Candaş ÖzerKıbrısManşet

Candaş Özer Yolcu yazdı: Farkona Tepesi’nin “Evrodo basdardaları”

O gece, ana rahmine düşmek için anneni ve babanın cinsel arzularını sen mi kamçıladın? Afrodizyak etkin var mı?

Dünyaya gelmek için, yani doğmak için,  kime baş vurdun? Torpil de kullandın mı?

Rüşvet verdiğin oldu mu? Araya hangi tanış, dayı ve siyasileri soktun?

Çok mu çaba sarf ettin?

Hatta ana rahmine düşmek için özel bir gün seçmiş olmalısın! Özellikle doğacağın günü özenle belirlemiş olmalısın. 

Dinin ve Milletin kendi seçimin mi? Kadın ya da erkek doğmayı veya eşcinsel doğmayı, canı yürekten Tanrı’dan sen mi diledin?

Yani doğmayı sen mi terci ettin? Sahi neden Kıbrıs’ta doğmayı istedin ve kimden istedin?

Hem de kuru Mesarya’nın orta göbeğinde dünyaya gelmek için kimlerden torpilliydin?

Doğduğu coğrafyayı, kendini bulduğu çevreyi kabullenmek zorunda kalıyor insan, başka çare yok. Aksi taktirde devamı büyük bir uyumsuzluk ve mutsuzluk oluyor.

Sonra, bir bakıyorsun, dünyaya geldiğin çevredeki değişik gurupların her biri, kendi yaptığını, kendi aklına uyanı en doğrusu sanarak herkesi aynı doğrultuya bekliyor. Hatta bu uğurda diğerlerini yok ediyor. 

Ne kadar saçma. Aynı düşünceye, aynı kültüre, ayni dini inanç ve ritüele.

Aynı cinsel yaşam ve yönelime uymadığı için aykırıları ötekileştirip topluma yabancılaşmış göstermeye çalışıyor, ne büyük acizlik.

Sonra büyüyüp bir yetişkin oluyorsun, doğup büyüdüğün çevreden çıkıp, mensubu olduğun toplumu daha geniş bir perspektiften tanımaya başlıyorsun.

Ayrılık ve aykırılık grupları artıyor.

Kavgalar büyüyor, biri öbürünü ötekileştirmeyi, bir diğeri bir başkasını silip yok etmeyi veya yok görmeyi büyüterek, devam ettiriyor. 

İlk gelen, son gelen yabancıyı, hem de aynı sınırlar içinde, bizden olmayan olarak görmeyi tercih ediyor. Kimileri inançlının inanırlığını reddediyor, kimileri inançsızın inanç özgürlüğünden kaynaklanan seçimini karalıyor.

Erkekler namus bekçisi, kadınlar namus hazinesi görülüyor. Bekçi bir dolu yetkilerle donanmış, korumakla görevli, işler ters gittiğindeyse vurup kırmaya, icabında öldürmeyle mesul..

Orayı seversen orası dünyanın en güzel yeri gibi görülüyor. Orayı sevmezsen orası senin dünyevi cehennemin oluyor.

Sonra, birileri çıkıyor, senin orayı çok sevmeni kıskanarak geçersiz veya yok saymaya kalkışıyor.

Sen kızıyorsun, en az onun kadar buralı olduğunu, en az onun kadar buralara ait olduğunu haykırıyorsun.

O birileri bunu kabullenmek istemiyor ve dost görmek istediklerinle yeni bir gizli egosal harp, iç dünya savaşı başlıyor.

Küçücük bir adada, insan olabilmenin unsurları birçoklarını günden güne işte böyle terke devam ediyor.

Kim daha buralı, kim daha bu toprağa ait gibisinden saçma bir egosal savaş bu..

Sonra ben Adem ile Havva’yı akla getiriyorum.  Hani ki, hangi dili konuştukları.

Hani, hangi ırk ve milletten oldukları, hangi coğrafyaya ait oldukları belli olmayan.

Dini olarak bizden olmayanların Adam ve Eva dediği adem ile Havva’nın dünyevi yaşamda ilk oluşum sürecine girdiklerinde nasıl bir egosal savaş yaşadıklarını merak ediyordum.

Onlar da, acaba, sen daha Cennet’lisin ben daha Cennet’liyim kavgası mı veriyorlardı acep.

Peki Cennet’in dışın da bir de cehennem olduğunun farkında mıydılar? Yoksa onlar bir çok aymazın ağız sularını akıtan, aç gözlülüklerini harlandıran şu gelip geçici hayatı kocaman bir yanılgıyla Cennet mi sanıyorlardı?

Peki onlar hemşeri miydiler?

Adem ile Havva’nın, dini dili ırkı ne olursa olsun onların çocukları olan bizler ne yapmışız?

Dünyayı, önce dillere, sonra dinlere, ırklara, toplumlara mezheplere bölmüşüz.

Sonra ne yapmışız, aynı benzeri toplumsal alışkanlıklara sahip coğrafyalar arasına mayınlar döşemiş, dikenli teller çekmişiz.

Sonra silahla sopayla, topla barutla savaşarak, ölerek ve öldürerek sınırlar oluşturmuşuz.

O sınırlara teller çekip, bariyerler kurup, nizamiyeler oluşturup kapılarına da yine bekçiler koymuşuz.

O bekçiler ki, memleketin namus muhafızları, gireni çıkanı yoklasın ki, bize girip çıkan bir şeyler olmasın.

Tüü sen ne kadar terbiyesizleştin ey yazar, haddini bil, hadsiz, sınırsız destursuz..

Haddini, hududunu, sınırını bileceksin ey yazar bozuntusu.

Sen kim oluyor da sınır kapılarına gelip bizim tarafa geçmek istiyorsun.

O kirli pis düşüncelerin, o edepsiz şiirlerinle bizi de lekeleyeceksin değil mi?

O sınır tanımaz yüreğin ve ruhunla bedenen bu barikatları aşıp, içimize girip, bizimle dostluk kurabileceğini mi sandın re Türkos.

Yok be refik, yok öyle yağma.

Boyunuzun ölçüsünü sınırınızı bileceksiniz “Biz Avrupalıyık, siz Asyalısınız, biz Rum’un siz Durçikasınız, biz Hristiyanık siz Mazlımsınız.”

İster gazeteci ol, ister ruhu sınır tanımaz bir şair, isterse düşünceleriyle beynelmilel hür bir kuş gibi kanat çırpan sınır tanımaz bir yazar.

Kendi bölgende istersen allem-i cihan ol bize sökmez.

Burası Lokmacı sınır kapısıdır, çocukluğunda köyünün ve bölgenin güney sınırlarının uç noktası Farkona Tepesi değil.

Burası, şu bir avuç adanın, bir üfürüklük diyarın bab-ı Ali kapısıdır..

Farkona tepeleri kargaların yuvasıdır.

Lokmacı kapısı ise kartalların. 

……..

Çok, ama çok eskiden, 1980’li yılların başında, geniş vadideki, adı da Vadili olan köyümün güney sınır uçlarındaki boz bulanık, tek başına baş kaldıran tepeye uzun uzun bakar hayaller kurardım.

Sınırsız, dursuz duraksız, geçemezsin’siz düşlerdi onlar.

Bir kapısı, bir duvarı, sınırlı telleri yoktu düşlerimi.

Sonra, gidip bir gün babama sordum “Baba o tepenin arkasında ne var?” diye. Babam da “Düşmanlar var oğlum” demişti.

Henüz düşman nedir bilmeyen ben; düşman nasıl bir şeydir acaba gibisinden kafamda çeşitli korkunç canavar figürleri yaratmıştım.

Kocaman dişleri ve uzun keskin pençeleri olan ne aslana, ne kaplana ne ayıya ne de sırtlana benzemeyen,. Gaip ve de garip, görülmemiş yaratık tiplerinde düşmanlardı bunlar.

Bir gün, o tepeye tırmanıp zirvesine ulaşmayı başarırsam.

Oradan dünyanın dört bucağını görebileceğimi sanırdım. Hele bir de o tepenin arkasını görebilirsem, dünyada kimselerin göremeyeceği canavarları, cinleri, şeytanları, goncolozları görebilecektim!

Sahi düşman nasıl bir şey olabilirdi.

Hangi korkunç yaratığın cismine bürünürdü daha çok..

Farkona Tepesine, köyümün güneyine uzanan beş kilometrelik toprak yolla ulaşılıyordu.

Ve ben, bu mistik yolculuğu, düşlerimin fantastik kahramanlarına ulaşan bu yolu, kat edip Farkona tepesinin zirvesinden dünya kaç bucak görmeliydim. Orası, o tepe dünyanın sonu muydu gerçekten?

Henüz daha çocukken, dalgın ve asil bir yürüyüş serenadıyla, o tepeye ulaşmaya çalışırken, orasının bana dünyanın en büyyük çirkin gerçeğini, sınırlarını, sınırların ötesindeki beyhude, beş para etmez, kimseye fayda sağlamaz, üfürükten tayyare, iş ola harman dola düşmanlığı kanıtlayacağını elbette ki bilemezdim.

Bir dolu anılarla, çocukluğuma doğru yürüdüğüm o toprak yol.

O kuru çorak ovalar, o sonsuz boşluk, o dipsiz kimsesizlik ve ıssızlığın ucundaki mistik Farkona tepesi hayatımızın ve yolculuğumuzun sınırla buluştuğu son duraktı..

Bu küçük adanın tam orta yerinde, doğup büyüdüğüm o geniş vadide sınır nedir bilmeden büyüdüm.

Meğer, denizlerle çevrili bir adada, her yere gidebilmenin mümkün olmadığı çok küçük bir adada yaşıyormuşum.

Meğer köyümün güneyindeki Arçoz tepelikleri ve kuzeyindeki Beşparmak dağlarıyla ne kadar da dar bir alana sıkıştırmışlar çocukluğumu ve hep sınırsız sandığım düşlerimi.

düşlerime de dahil değildi elbet. Düşlerim sınırsızdı.

Farkona, özgürlüğümün, şair ruhumun, yazarlığımın, fotoğrafçılığımın, televizyonculuğumun sınır noktasıydı, oradan öte hiçbir şeydim ben.

Vasıfsız, yeteneksiz, beceriksiz, beşiriksiz, tecrübesiz, bello Turko, istenmeyen yerde çörekçiynan börekciden herhangi biri mavro şillo Türkos.

Kapına kadar her gelişimde, benden akıllara ziyan evraklar istedin, onları da beyan ettim. Yetmedi anamın, babamın, yedi garnımın, silsilemin, sülalemin şeceresini irdeledin. Olmadı basın kartımı sıfırla çarptın.

Bana hep “Re Atilla” diye hitap ettin. Kapına her gelişimde bin bir fasariyalar çıkardın. Bu aşkın bitmesi için elinden geleni ardına koymadın. Ve en nihayet ben de senden vazgeçtim re Elen-Rum sevgili.

Oysa Ben Adem’in oğlu, sen de Havva’nın kızı değil miydin? Sen de, ben de bu adada doğup büyümemiş miydik?

Aynı çorak kıraçların suyunu içip, aynı çorak tepelere tırmanmamış mıydık? Aynı kurşunla yaralanıp aynı anda kuruşsuz kalmamış mıydık?

Aynı saçma savaşların ve ayrılıkların kurbanı değil miydik. Sen Avrupalı ben Asyalıysam ne olmuş.

Sözde idareci yetkililerin gözünde ve tabii ki taraflı dünyalıların nezdinde sen de ben de, Adem ile Havva’dan peyda, babası belirsiz Meryem’den doğma İsa’nın.

Öksüz ve yetim büyümüş Muhamed’in!

Sen ya da ben, bugün, kısır Mesarya’nın girintilerinden doğma FarkonaTepesi’nin Evrodo basdardaları değil miydik?

Diğer Haberler

Başa dön tuşu