KıbrısKöşe Yazıları

EDİZ TUNCEL YAZDI…ZOR ZAMANLARDA “ZORLAMA” İŞLER

Dünya kontrollü bir biyolojik savaşın içine çekileli henüz 7-8 ay oldu, ilk baştaki şok dalgası geçince, bu kontrollü “deneyin” sonuçları da deneyi hazırlayanlara mutlaka ki çok önemli veriler verdi.

Örneğin, koronavirüs ilk piyasaya çıktığında herkes korkudan ne yapacağını şaşırdı, hastaneler doldu taştı, ölümler sıradanlaştı, hatta ölenleri gömmek için önceden milyonlarca mezar bile kazıldı.

Dünya iki aylığına durdu, kapandı, herkes deliğine çekildi, kimse ne yapacağını bilemedi.

İki ay sonra dünya açıldığında, bir baktık ki dünyanın dört bir tarafında millet zincirinden boşanmış mandalar gibi ortalığa saldırdı.

Sosyal mesafe, kendini ve başkasını koruma filan hak getire, kimse bu kurallara aldırmaz oldu.

Sonuç olarak da ipin ucu artık tutulamayacak derecede kaçtı.

Sonuç neymiş efendim!

Sonuç şu, insanoğlu denen yaratık artık anlık korkularla yaşamaya alışmış bir yaratık, bugün korktuğundan hemen zarar görmezse, yarın korkmuyor, umursamıyor, tehdit olarak görmüyor.

Peki böylesine ölümcül ve bulaşkan bir illetten bugün korkmuyorsa ve bulaşı kat be kat artırıyorsa, yarın başına daha kötüsü gelirse ne yapacak?

Elbette ki aynısını yapacak, bugün korktuğundan üç gün sonra korkmamaya başlayacak, ta ki korkmadığı tehdit sinsi sinsi gelip de kendisini vurana ve dünyanın kaç bucak olduğunu görene kadar…

Yanıbaşımızda on yıldır süren ve emperyalizmin organize ettiği korkunç bir savaş var, bize bulaşmadığı için umursamadık bile…

Atılan füzelerden biri yanlışlıkla bizim memlekete düştü, sürüyle füze enkazı görmeye gittik, kimyasal veya  biyolojik tehdit var mıydı, yok muydu, zerre kadar düşünmedik bile…

Düşünmedik, çünkü beyin kapasitemiz kendi kurguladığımız dünyada yaşamaya programlanmış durumda, cebimizde para olsun, altımızda son model arabacığımız olsun, lüks bir de evimiz olsun, para da gelsin da nereden gelirse gelsin, gerisinin canı cehenneme modunda gidiyoruz.

Beynimiz dünya gerçeklerinden ve dünyanın nasıl döndürüldüğünden, insanların nasıl programlandığından, toplumların nasıl dizayn edildiğinden bihaber durumda.

Gerçekler gözümüzün içine sokulsa da, kafamıza vurulsa da, umursamıyoruz, zaten istenen de budur; umursuz, sadece tüketime odaklı, herşeyin kendisi için feda edilmek için yaratıldığını sanan bencil, sorumsuz, umursuz bir toplum yapısı…

Koronavirüsün katlettiği kadar sağlıkçı tarihin hiçbir döneminde hayatını kaybetmedi, doktorlar ve hemşireler birbiri ardına patır patır döküldüler, hem de binlercesi…

Ne için öldü bu insanlar?

Kendini korumadığı, başkasını da korumadığı, bana birşey olmaz zihniyetiyle davranan sorumsuz, bencil insan müsveddelerinin yaydığı virüs sebebiyle öldüler…

Bugünse, özellikle bizim memlekette, bakıyorum da isyanları oynayan doktorlar ve sağlık çalışanları bazı kıt beyinliler tarafından şeytanlaştırılmaya çalışılıyor…

Memleketin zaten çoktan çökmüş olan sağlık sisteminde ille de sağlık çalışanlarından kurbanlar verilecek ki bu insanların sitemleri anlaşılsın, ki sağlıkçılardan kurbanlar verilse bile sitemlerinin anlaşılacağından hiç emin değilim.

Sağlıkçılar en ön saftalar ve hayatları da ciddi ciddi tehlikede, buna rağmen en çok saldırı altında olanlar onlar…

Hastaneye düşenlerin de tipik tepkisi, anında sağlıkçılardan ve sağlık sisteminden şikayet etmek.

Sen, herifçioğlu, bugüne kadar sorumluluğuna sahip çıkma, yıllar yılıdır inleyen, kangren olan sağlık sistemi hakkında tek kelime etme, toplumun bir bireyi olarak haklarını arama, arayanları da ötekileştir, sandığa seçime gittiğinde bildiğini okumaya devam et, virüs kapıyı çalınca kendini koruma, diğerlerini de koruma, kısacası kendini ve diğerlerini korumak için alman gereken minimum tedbirleri bile alma, salındım çayıra mevlam kayıra kafasıyla ortalıkta dolan, virüse yakalan, sonra da senin gibilerin sayesinde çökmüş olan sağlık sisteminde verilen hizmeti beğenme, ektiğini biçince ve biçilme sırası sana gelince, yaygarayı bas, sorumlusu da sağlık çalışanları olsun, öyle mi!!!

Yok öyle yağma!

Gözün yiyorsa, giy sırtına beyaz önlüğü, gir hastaneye, doktorlarla hemşirelerle birlikte gelen giden hastalara sadece 24 saat yardım etmeye çalış da görelim…Hade hodri meydan!

Polisler ve muhaceret görevlileri, ve keza, gümrükçüler de topun ağzında, çok ciddi risk altındalar.

Gerisinin tuzu kuru, ya da öyle olduğunu sanıyorlar.

…………………..

Memleketin ekonomisi battı diye açılalım dedik, sadece saçılmakla kalmadık, düpedüz darmadağın olduk.

Bunun böyle olacağı başından belli değil miydi, bal gibi de belliydi.

Hükümet açılımda önceliği, yerel okulların hangi şartlarda açılacağına ve bu ülkenin ekonomisinin can damarını oluşturan üniversite öğrencilerinin tekrardan ülkeye getirilip, yüksek öğretim sistemine nasıl sağlıklı bir şekilde kazandırılacağı üzerine kafa  yormalıydı, yormadı, yoramadı, kapasitesi yetmedi.

Askerler ve üniversite öğrencileri haricinde gelecek olanlara kısıtlama getirilmeliydi.

Getirilmedi, getirilmediği gibi, resmen ortalık başıboş bırakıldı.

Kültür, deniz turizmi tık demedi, ama kumarhane turistleri ilk uçağa atladıkları gibi geldiler, geldikleri gibi de virüs bulaştırmaya bile başladılar, dünya yansa umurlarında değil, onlar için varsa yoksa kendi keyifleri…

Uçuşlar başladıktan ve gemiler de faaliyete geçtikten sonra bu ülkeye iki aydan kısa süre içinde nerdeyse 200 bin giriş yapıldı, böyle bir zamanda nereye, ne halt etmeye geldi bu insanlar, soran var mı?

Geldikleri gibi de her uçakta, her gemide virüsü buraya taşıdılar, sonra da yerel bulaş başladı, şimdi al da bozdur.

Rum tarafının haline bakar ve korkardık, şimdi ise hangi taşı kaldırsak altından yerel bulaş çıkıyor.

Sağlık sistemi de bu yükü kaldırabilecek durumda değil.

Hükümete tekrar kapanın diyemeyiz, desek de aldırmazlar, ancak memlekette alınabilecek tüm tedbirler alınmalıdır ve herkes kendini potansiyel hasta olarak görmelidir, bana birşey olmaz mantığından vazgeçmelidir.

Hala özellikle marketlerde ve benzin istasyonlarında gerekli tedbirler alınmış değil, millet beytambal kalasıca arabasını benzin istasyonlarında haşır huşur yıkattırıyor, üzerindeki pislik basınçlı suyla oraya benzin almaya gidenlerin arabasına savruluyor, çevredeki evlere savruluyor.

Marketlerde milletin kimi maske takıyor, kimi takmıyor, bazı marketlerde, iş yerlerinde, devlet dairelerinde kapıda bir görevli maske ve ateş ölçümü yapıyor, ama o görevlinin kıyafet konusunda yeterli koruması yok, sadece maske takıyor, o kadar.

Kısacası herkes potansiyel tehlike altında ve hükümet adamakıllı bir ekip oluşturup  da bütün bu konularda en ince ayrıntısına kadar alınacak tedbirleri listeleyecek bir çalışma  yapmıyor, bölük pörçük çalışmalarla ve tedbirlerle işi idare etmeye çalışıyor.

Olacak iş değil, tam bir kaosa doğru sürükleniyoruz.

……………………..

Pandemiyle birlikte zaten çok sınırlı olan üretim sektörü Türkiye’de yerin dibine vurdu, sonuç olarak da Türk lirası hızla değer kaybetmeye başladı.

Böylesi kaotik durumlarda çok güçlü bir üretim sektörü olmayan ama öz kaynaklarını tüketime yönlendiren, tüketici toplumdan toplayabildiği sınırlı oranda vergiyle ayakta kalmaya çalışan tüm ülkeler anında çökmeye başlar.

Türkiye için de aynısı oldu ve ekonomisi dibe vurdu, krize hazırlıksız yakalandı, iç piyasayı döndürmek için karşılıksız para basılmaya başlandı, sonuç olarak da TL değer kaybetmeye başladı.

Sadece dolar, sterlin, euro, ruble, yen, riyal gibi güçlü para birimleri ayakta kalabildi.

Zaten bu kontrollü biyolojik savaşta istenen ve belirlenen ana hedef de buydu, zayıflar iyice zayıflasın, güçlüler iyice güçlensin, güçlünün zayıf üzerindeki kontrolü iyice belirginleşsin, toplumların yaşanan pandemi sürecindeki tepkilerine göre bir sonraki “dünya savaşının” yöntemi ve dozu planlansın.

İşte bu noktada, kriz fırsata döndürülüp, üretimde milli seferberlik ilan edilmeli, ülkenin kaynakları gerek ekonomik çarkları gerekse askeri gücü artırmak için olabilecek en üst seviyede artırılmalı ve bu milli ekonomi seferberliğinin kısa, orta ve uzun vadede planları ivedilikle hazırlanmalıdır.

Aksi takdirde dıştan gelen hammadde ile yapılan üretimin maliyeti giderek artacak ve dolaylı maliyet artışı tüketiciye doğrudan yansıyacak, tüketicinin alım gücü giderek düşecek.

…………………..

Tam da bu kaotik dönemde, Yunanistan arkasına Fransa’yı alarak, Türkiye ile sürtüşmeye başladı.

Özellikle de Ege adalarında mülkiyet/aidiyet durumu belirsiz olan küçük adaları sahiplenmeye ve küçücük adaların kıta sahanlığının sahibi olduğu iddiasıyla Türkiye’yi kendi anakarasına hapsetme girişimlerine başladı.

Diğer taraftan, tüm Ege denizini ve doğu Akdeniz’in önemli bir kısmını da babasının malı sanarak, Türkiye’nin hak iddialarını haydutluk olarak lanse etmeye başladı, tabi yanında da her dönemin değişmez emperyalisti, Kuzey Afrika’nın ve İran’ın kılıktan kılığa girmesinde başrolü oynayan Fransa!

Yıllarca Ege üzerinde Türk ve Yunan savaş uçaklarının it dalaşlarını gördük, her iki taraf da bu dalaşlarda ciddi kayıplara uğradı, hatta yüzyılın başında Yunan Genel Kurmayı bu it dalaşlarında 74’den sonra toplamda 108 uçak kaybettiğini ve zararlarının da 8 milyar doların üzerinde olduğunu açıklamıştı.

Günün sonunda, aslında keşfedileli 60 yıla yakın zaman geçmiş olan doğu Akdeniz doğal gaz kaynakları da işin içine girince, iş iyice çetrefilleşti, doğu  Akdeniz Türkiye ve Yunanistan ile Yunanistan’ın müttefiklerinin güç çatışması yaşanan bir alana dönüştü.

Doğu Akdeniz’deki güç ve enerji savaşı iki taraf arasında bir savaşa sebep olur mu, olasılıklar dahilinde, ama ciddi bir olasılık.

Yunanistan Türkiye ile savaşa tutuşursa ne mi olur?

Ekonomisi sıkıntıda olsa da, güneyde PKK/PYD ve Suriye belasıyla uğraşsa da, mevcut askeri donanımıyla Türkiye Yunanistan’ı darmadağın eder.

Ha, günün sonunda Türkiye’nin ekonomisi daha da zora girer, ama Yunanistan yerle bir olur.

Özellikle Türkiye’nin kara gücü, geliştirdiği ve kullandığı dronlar, ki adına silahlı insansız hava aracı-SİHA deniyor, yeri geldiğinde bir savaş uçağından çok daha etkili darbeler indirebilir.

Örneğin o küçük savaş oyuncaklarından birinin dev gibi savaş gemisinin radarlarına, komuta merkezine atacağı ufacık bir füze, o teknoloji harikası savaş makinesini anında kontrol dışı kalmış teneke bir kutuya çevirebilir.

Ha, diyeceksiniz ki koskoca modern savaş gemilerinin bu basit droncukları önleyecek teknolojileri yok mu?

Var da, o droncukları ve füzeciklerini savaş teknolojisinin birer koronavirüscüğü olarak düşünün, sürüyle üzerinize gelip de size yapıştıklarında siz hala ayaktasınız ama artık ne halt edeceğinizi bilemez durumdasınız ve korku hakimdir, kontrol sizden çıkmıştır.

İşte dört bir taraftan üzerinize gelen minik savaş makineciklerinin tek bir tanesinin isabetli atacağı bir füzecik, geminizin sinir sistemini felç etmeye yeter de artar bile, sonrasında ise olacak olan fekalettir, düşman savaş uçakları ve savaş gemileri için artık savunmasız hedefsiniz demektir.

İşte Yunanistan tam da o durumdadır, ilk anda Türkiye’den alacağı darbenin haddi hesabı olmaz, en azından 12 adaları, ki coğrafik olarak Yunanistan’a değil, Türkiye’ye aittirler, Türkiye’ye kaptırır ve sorun da biter.

Ha, sonrasında ne mi olur?

Ne isterse olsun, 1947’de Paris Antlaşması ile İngiltere’nin bastırmasıyla 400 yıla yakın bir süre Osmanlı hakimiyeti altında bulunan bu adalar hangi akılla Yunanistan’a verildiyse, o akılla geri alınmış olur.

Kısacası, ben verdim oldu, ben de geri aldım oldu, olur.

Örneği var mı? Var!

İtalya deniz gücüne güvenerek, Trablusgarp savaşı sırasında 1912’de işgal etti ve Osmanlı’yı Uşi anlaşmasını yapmaya zorladı, adalara el koydu.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar geldi, İtalyanları denize döktü, hem 12 adalara hem de Yunanistan’a el koydu, Almanlar 12 Adaları geri Türkiye’ye vermeyi teklif etti, o sırada devletin başında bulunan İsmet İnönü, acaba bu adaları bize verirseniz, biz de İngilizlere verebilir miyiz diye sordu, Almanlar bu aymazlık karşısında küçük dillerini yuttu!

Almanlar 1945 Mayısında adaları boşalttı, adalar 1947’ye kadar boşta kaldı, bu arada Türkiye 2 milyonluk bir orduyu hala alarmda tutuyordu, İnönü efendi orduyu gönderip de adaları almadı.

Paris Konferansı’nda patron ABD, Rusya, Fransa ve İngiltere’ydi.

İngilizler ve Fransızlar 1946’da başlayıp, 1947’de sonuçlanan Paris Konferansı’nda İtalyanların anasından emdiği sütü burunlarından getirdi, bütün İtalyan sömürgelerinden çekilmeye zorladı, Çin’deki imtiyazlarını bile kaybetti, dört kafadarlar Fransa’nın talebi üzerine İtalya-Fransa sınırını Fransa lehine ayarladılar ve Fransa epeyce İtalyan toprağını iç etti, binlerce yıldır İtalya’nın elinde bulunan Adriyatik adalarını da Yugoslavya’ya verdiler, böylece İtalya, koskoca Roma imparatorluğunun varisi, binlerce yıldır elinde tuttuğu adalardan ve topraklardan da oldu.

Bu arada, İnönü rejiminin korkaklığından cesaret alan İngiltere, bastırıp 12 Adaların Yunanistan’a verilmesini sağladı.

İngiltere Yunanistan’ı kışkırtarak Anadolu’yu işgale göndermiş, sonuç olarak da Kurtuluş Savaşı’nda Küçük Asya felaketi yaşanmış, Yunan Başbakan Gunaris dahil, dönemin altı bakanı ve genel kurmay başkanı yenilgiden sorumlu tutularak kurşuna dizilmiş, İngiltere’nin bu felakette yalnız bıraktığı Yunanistan mahvolmuştu.

Fransızlar ise İngiltere’ye karşı Türk milli kurtuluş savaşını desteklemişti.

İngiltere 12 Adaların Yunanistan’a verilmesi için bastırarak diyetini ödedi, Fransa ise İtalya’dan kopardıklarına baktı, 12 Adalar ve Türkiye’nin olası hakları konusuna hiç burnunu sokmadı,  İnönü rejiminin ise gıkı çıkmadı, zaten ta 1943’de kendilerine altın tepside sunulan adaları “acaba İngilizlere versek ne dersiniz” diyen ve Atatürk’ün kemiklerini sızım sızım sızlatan kafaydı o kafa…

Böylece, ben yaptım oldu kafasıyla herkes istediğini aldı, Türkiye seyretti…

Milli Kurtuluş Ordusu İzmir’e girdiğinde ve Yunan artıklarını denize döktüğünde birkaç tane de savaş gemisi olsaydı, o adaları birkaç gün içinde Türkiye sınırları içine katmış olurdu, Lozan’da da kimse gıkını çıkaramazdı, ama gel gör ki adalardan İtalyanları ve Yunanlıları kovalayacak deniz gücü o sırada milli ordunun elinde  yoktu.

Ha, şimdi bir Türk-Yunan savaşı çıkarsa ve adalar Türkiye tarafından işgal edilirse ne mi olur?

Dünyanın geri kalanı mırın kırın eder, ama sonuçta kazananın, yani güçlünün yanında olur, mal da toprak da tutanın elinde kalır!

Türkiye büyük bir bedel öder, ama Yunanistan çok daha büyük ve geri dönüşümü olmayan bir bedel öder.

Türkiye şimdi ben sizin Paris Anlaşmanızı tanımıyorum, hangi akla hizmet o adaları Yunanistan’a verdiniz, coğrafik olarak benim anakarama aittir derse ve 12 Adaları geri isterse ne olur?

Yunanistan Fransa’ya güvenerek sıkıysa gel al der, Türkiye de gider alır, Fransa da milli mücadele yıllarında İngiltere’nin yaptığı gibi ilk başta Yunanistan’ın yanında durur, gaz verir, İngilizlerin 1914’den itibaren Yunanistan’a sattığı gibi bol bol Fransız silahı satar, ama Türkiye’nin devasa askeri gücünün Yunanistan’ı ezmeye başladığını görünce, sonuç alamayacağı bir mücadeleye girmez, geri çekilir, olan yine Yunanistan’a olur, 12 Adalar sayesinde ikide bir zırt pırt hak iddia edeceğim darken ağzı burnu kırılır, beli de kırılır, oturur oturduğu yerde, dünyanın geri kalanı da oh oldu şımarık Yunan’a der, Türkiye’ye ise işgalci damgası vurulur, ikide bir işgal ettiği Yunan adaları meselesi önüne sürülür, durur.

Peki bu bir olasılık mı?

Kesinlikle bir olasılıktır, hem de ciddi bir olasılıktır, çünkü tarih tekerrürden ibarettir ve çaresiz kalan kedi bile kaplan kesilir, kaldı ki, çapı kedi kadar olan bir Yunanistan, arkasına Fransa gibi fırıldak bir kapitalisti alarak çapı Kaplan kadar olan bir Türkiye’yi Ege’de ve doğu Akdeniz’de kafeslemeye çalışmaktadır…

Kaplanın sabrı taşarsa, sizce, köşeye sıkışınca kaplan kesilse bile, kediye ne olur!!!

Belki kaplanın yüzünü gözünü tırmalar, ama sonuçta ya kaçabileceği en uzak noktaya kaçar, ya da kaplanın midesine gider…

Yunanistan, İngiltere’yi arkasına aldığı zaman, tüm yaralarına rağmen ayağa kalkan ve yuvasını savunan kaplan tarafından denize dökülmüştü…

Şu anda ise karşısında, birçok yönden zorda olsa bile, hala ayakta ve savaşacak durumda olan bir kaplan var.

Kısacası, bela aramanın bir anlamı yok, umalım ki 74 savaşı, iki taraf arasındaki son savaş olarak tarihte kalsın ve Ege ve doğu Akdeniz’e artık barış ve huzur gelsin.

……………………

Çok değil, birkaç haftaya kadar bizim memlekette Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak.

Biraz nabız yoklayım dedim, görünen o ki adayların hiçbiri ideal aday değil.

Ve yine, son yazımda belirttiğim gibi, halkın nerdeyse yarısı sandığa gitmeyi düşünmüyor.

Herkesin motivasyonu kırılmış durumda.

Anketlerle bol bol palavra atılmasına rağmen, son kertede Akıncı ikinci tura bile kalamayabilir.

İkinci turun Erhürman ve Tatar arasında geçme olasılığı giderek güçleniyor.

Geçen sefer Akıncı’yı destekleyen CTPliler bu sefer, sırf artık Akıncı ve TDP faktörü önlerinden kalksın diye, Erhürman çevresinde toparlanmaya başladılar.

Erhürman sıkı durur ve ekibinin geliştirir, son düzlüğü beklemeden atağa kalkarsa ikinci tura kalır.

Yok böyle devam ederse, sonuç ne kendisi ne de CTP için iyi olmaz, Erhürman eline geçen fırsatı tam da şimdi değerlendirmeye başlamalıdır.

Tatar pandemic sürecini iyi yönetti, ancak sonrasında tökezlemeye başladı, buna rağmen UBP’nin gücüyle ikinci tura kesin kalacak.

Rakibi Akıncı olursa, kazanacak, ancak rakibi Erhürman olursa, sonuç şaşırtıcı olabilir, sırf tepetaklak gitsin diye UBP içindeki bazı klikler Erhürman’ı destekleyebilir, böylece seçimi kaybeden Tatar UBP liderliğinde daha fazla oturamaz.

Tatar ya ipleri daha sıkı tutacak ve memleketin en güçlü partisinin başındaki Başbakan olarak hükümete de ağırlığını koyacak ve beklenenin çok altında bir performans sergileyerek kendi kendisini de sıfırlayan HP’nin ayak oyunlarına gelmeyecek, ya da günün sonunda bedeli ödeyen taraf olacak.

Seçim yasaklarına bir kala yığınla ne idüğü belirsiz geçici öğretmen olarak alındı, sağa sola partizanca istihdamlar yapıldı, partizanlık yine hortlatıldı, muhalefet gık bile diyemedi, diyemedi çünkü kendileri de iktidara geldiklerinde aynı haltı ediyorlar, al birini vur ötekine misali.

Bunların rant kavgasının, koltuk kavgasının bedelini de bütün memleket, bütün sektörler, herkese ödüyor.

Bir karışlık memlekette koltuk için entrikanın bini bir para, iki paralık siyaset işte böyle birşey.

Ama gel gör ki, bu şekilde yönetilmeyi, yöneteni seçen de hak ediyor.

Diğer Haberler

Başa dön tuşu