Candaş ÖzerKöşe YazılarıManşet

1 Kıbrıs Lirası’nın, o çocukları..

Ve eskiden, çok daha derinlik ve anlam içerirdi bayram nimeti.

Hele yine böyle yaza denk geldiyse şeker ya da kurban bayramı..

Çok para yoktu, hürmet ve maneviyat vardı.

Her şeyi bayram tadında yaşatan, aslında, dini bayram ritüellerinden ziyade, hayatın o dönemki derin ve saygın anlamıydı.

Bayramlaşmak iş ola zorunluluk değil, daha bir içtenlikteydi.

Durun kısaca anlatayım o güzel duyguları.

Mesarya’da Temmuz ve Ağustos aylarında fena sıcaktır Kıbrıs’ın yaz geceleri.

Sabaha karşıysa, çok kısa bir süre de olsa, feci serin olurdu.

İşte tam o vakitlerde davar ve koyun sürüleri özgürlüğüne kavuşurdu.

Ya otlanmaya ya da koyun havuzuna giderlerdi.

Boyunlarında asılı zil seleri filarmonik tinlemelerle birbirine karışırdı.

İnce ve derinden, kimi yakın kimi uzak olan bahçe kuyu motorlaronın pat’patırtıları karışırdı zillere. Bu sesler, doğal yaşam döngüsünün ve emeğin sesleriydi.

Sabahın taze kokusunun içinde, üzerine çiğ  düşen her bir şeyin kokusu sarardı şafak vaktini.

Taze dirifil kokusu, saman, fışkı, nane, dalındaki yeşil biber, tuhaf zeytin çiçeği kokusu, kurumaya bırakılmış molohiya, salkımındaki çürük domates, yeşil, minik narlar.

Bir de üzerlerinde arı vızıltılarıyla, içi kuşlarca didiklenmiş sultani üzüm kokusu…

Güneş tepemizde uyku sersemiyken aşağıdan o alışık sesler gelirdi.

Ailenin kalabalık telaşı, anemin direktifler yağdıran otoriter halini ondan bir ton alçak sesle sakinleştirmeye çalışırken kendi de sinirlenen babamın sesi.

Henüz herkes hayattaydı, kardeşler tastamam, akrabalar, kuzenler, kolu komşu herkes hayattaydı.

Ne çekirdek ailemize ne de kolu komşu yakın çevremize ölüm ateşi düşmemişti daha.

Ne çocuksu, coşkulu ve mutlu bayramlardı o günler.

Hüzünlü kuzu melemesi, bıçağın bilenirken çıkardığı tüyleri dikenlendiren sürtünme sesi.

Bahçede meleyen bir kuzunun önünde gelişi güzel yolunmuş tazelikler, üzeri taze yapraklı, çiçekli zeytin ve harnup dalları. Hemen yanında alakasız bir kapta suyu.

Ne yaprakları yer ne de suyunu içerdi hayvancağız. Sadece, ardından, korkudan, kara habbeler döküştürür dururdu.

Vedalaşır gibi gider kuzuyu severdik.

Damlarda yatardık.

Yarı çıplak yatsak da bunaltıcı sıcaktan geç uykuya dalardık.

Gözle görülmez, sesi duyulmaz küpdüşen denen yakarcaların istilasına teslim olurdu tenlerimiz, feci kaşındırırdı.

Spiral kıvrımlı, kötü kokan haki yeşil tonunda sinek fitilleri çare olmazdı.

Ama yine de derin uykumuzu alırdık.

Yün veya pamuk yorgana çiy yağmış olurdu. Çöl koşulları misali uyumaya çalışırken yanımızda ateş yanar gibiydi.

Sabaha karşı ise uykunun en tatlı derinliğine dalmışken buzlu kırağı yağardı.

Şafak vakti çok soğuk olduğu için üzerimize çektiğimiz sırım nakışlı, ciyak renkte saten yüzlü, yün veya pamuk yorganların kendilerine has mis bir kokusu olurdu.

En yakın komşularımız mandıralardı.

Az bir uyku sonrası, gün doğmadan az evvel; çiyli alaca sabah vakti yarı uyanık olurduk.

Üstü nemli altı kuru olurdu yorganın.

Uyku arası, çok yakından, aşağıdan, bahçeden gelen bir kuzu kokusu, meleyişinde gerçekçi bir korku..

Dam altı nedir bilmezdik, sokakta yaşar, damda yatardık zira.

Asma talvarı altında.

Sabaha karşı, tan atmadan az evvel, yarı uyur uyanık bir vaziyet.

Biri ötmeyiversin horozların teki, senkronik çirkin sesler korosu hava aydınlanıncaya sürerdi.

İşte tam o esnada, ay batar, yıldızların pırıltıları sönükleşir. Tek tek, reverans şöleniyle

gök/sahneyi usul usul ve kimi apar topar terk ederlerdi..

Güneş, ufukta, doğmadan evvel:

Durmaksızın, başka başka renkleri tuvale vuran kafası karışık bir ressamın.

Hayalindeki tan vakti tonlarını resme yansıtma çabasıyla.

Lacivertimsiden mora, griye, kızılımsı pembeye, sarımtırak tonlardan, patlak, göz kamaştıran krem rengi ışık huzmelerine dönüşen bir gösteriyle sahne alır. Sabahın doğumunu gerçekleştirirdi.

Güneş, gerdirilmiş kenevir tuval kumaşının fonunu sürekli minik darbeler vuran ressam fırçası gibi yüzümüzü ısırırdı.

Mesarya Ovası’nın ebesi, hiç eğitim almamış, alaylı yetişmiş çatlak bir ressamın ta kendisiydi.

Dağınık düzensiz, kısır, belirli renkleri vardı Mesarya Ovası resminin.

Ne de olsa adı bile dağınık alan anlamında İngilizce’den gelme “mess’area” değil miydi?

Bir tek çoban yıldızı, o kalırdı koskoca gök sahnede.

Ayın varlığını unutur, güneşe inat, göklerde geçen tüm senaryonun tek hakim yönetmeni sanırdı kendini.

Eşek arılarıyla serçeler üşüşürdü sultani salkımlara.

Kuşların didiklediği ballı sultani üzüm taneleri yağardı üstümüze.  Uykumuz şekerlenirdi.

Damdan dama gezen mahalle kedileri serçelerle arıların kavgasına karışmazdı.

Fareler de kedilerden korkmazdı, çünkü mahallemizin kedileri her dem tok yaşardı.

Çocukların çok olduğu mahallelerde yemek artığı çok olmasa da, kediler tok, fareler korkusuz olurdu.

Çünkü çocuklar, farelerin, kuşların ve kedilerin payını annelerinden gizli sağa sola atardı.

Savaş artığı Rum evleri mandıra.

Yollar en fazla dört metrelik İngiliz asvaltı. Kenarlarında davar dışkısı.

Niye mi yazdım onca abartı edebi sözcükler ve cümleler içeren bu yazıyı.

Bir lase bayramı anlatayım derken;

neden mi yazdım, çoğuna saçma ve gereksiz gelecek bu dam hikayesini?

Neden olacak:

Hayatın ve bayramın, eskiden, onca hiçbir şeysizliğin içinde, neye dayanarak, hangi inceliklere, zerafete ve hassasiyete dayanarak  güzel geldiğini hissettirmek için tabii ki. 

Nerde şimdi eski bayramlar söylemine değil. Nerde eski insanlar ve basit ve zor ve fakat hoş yaşam koşulları hayıflanmasına inanırım.

Bayramı bayram yapan dönemin yaşam şartları ve insan kalitesidir.

Ne denli değerli insanların varsa, ne kadar mutlu olabiliyorsan küçük şeylerle, o derecede anlamlıdır bayramlar.

İnsanlık ne kadar,  insani kalitesini korursa, bayramın özeni ve güzelliği de o denli korunmuş olur.

80’li yılların sonlarında:

mendil içinde 1 kıbrıs lirası kağıt banknot bayram harçlığı verirdi, Pembe abanın, İngiliz üslerinde çalışan kocası Evdimli Hüseyin dayı ve çok mutlu ederdi biz mahalle çocuklarını.

1 Kıbrıs Lirası kadar, mendil de anlamlıydı bizim için.,

Onlar artık yoklar.

Onlar da yok, o eski maneviyat da yok.

Mendil içinde, sadece 1 Kıbrıs Lirası da yok.

1 Türk lirasının ne ederi, ne değeri ne de ehemmiyeti yok.

Değil 1 Türk Lirası, 100 Türk lirası da versen, yüz vermez, yüzüne bakmaz çocuklar, “gatsot o çocukları” der ardın sıra da haberin olmaz.

Çünkü, gayrı, önemsenen şey, hayatın içindeki anlamlı anlar değil.

Kağıt üzerinde büyük rakamlar olan banknotlar.

Candaş Özer Yolcu

Diğer Haberler

Başa dön tuşu