Ediz TuncelKöşe Yazıları

Ediz Tuncel: 20 Temmuz, Kıbrıs’ta olası çözüm, cacık

20 Temmuz, Kıbrıs’ta olası çözüm, cacık

Bu yazıyı 20 Temmuz 2022 günü yazıyorum, belki bugün, belki yarın yayınlanır.

Yazıya başlarken Türk Yıldızları KTBK eski Kolordu Komutanı Yılmaz Yıldırım tarafından tarihe bir not düşmek için yaptırılan şehit pilot Yüzbaşı Cengiz Topel anıtının üzerinden geçerek, anıtı ve sahile dökülmüş ahaliyi barış dolu bir edayla selamladılar, o hızla, saniye farkıyla da penceremin önünden geçtiler.

74’de bu uçakları ilk gördüğümde, bize dakika başı bomba yağdıran bir tepedeki Rum topçularına ateş kusuyorlardı, bize yaşattıkları cehennemi aynen onlara yaşatıyorlardı, bugünse silahsız ve barış dolu bir zerafetle uçuyorlar…

Keşke tüm savaş uçakları sadece barış için, sadece zerafet için uçsalar…Ama yok öyle bir dünya, ne yazık ki yok…

48 yıl önce, 15 Temmuz 1974’de faşist Yunan cuntasının kumandasındaki Rum-Yunan faşistleri Cumhurbaşkanı Makarios’u devirmek ve adayı Yunanistan’a bağlamak için silahlı bir darbe düzenlediler, cunta karşıtı ve Makarios yanlısı Rumlar ile darbeci faşist güruh birbirlerine girdiler, ortalık darmadağın oldu, kan gövdeyi götürmeye başladı.

20 Temmuz 1974 gününün şafağında Türkiye garantörlük hakkını kullanarak adaya müdahale etti ve özellikle Beşparmaklarda gece gündüz süren çok şiddetli ve kanlı, göğüs göğüse muharebeler yaşandı, bugün 90lı yaşlarında olan Yarbay Cemal Eruç (Allah kendisine ve hayatta kalan silah arkadaşlarına uzun ve sağlık dolu ömürler versin) komutasındaki Türk komando birliği kendisinden iki kattan daha üstün bir güce sahip olan ve iyi mevzilenmiş Rum-Yunan komando taburlarını savaş tarihinde benzeri zor görülür, destansı bir muharebe ile Beşparmaklardan söküp attı, Girne ile Lefkoşa arasındaki hattı açtı, harekat Lefkoşa’dan sonra Mağusa ve Lefke istikametine doğru yayıldı ve 16 Ağustos 1974 günü Lefke’de son buldu.

O zamanlar çocuktuk, ama üzerimize yağmur gibi yağan bombaları, mermileri unutmak mümkün değil…

Büyüklerimizin yaşadığı dehşeti, korkuyu unutmak mümkün değil…

Üzerine Türk bayrağı çekilmiş ve bizi aldatarak evden dışarı çıkmamızı sağlayan bir Rum jipinden üzerimize yağmur gibi kurşun yağdırılmasını, yanımdaki bir genç kız kalçasından vurulurken tesadüf eseri isabet almadan yolun içinde tek başıma dikilerek “Türk askerinin” bana niye ateş ettiğini anlamaya çalışmamı, annemin vurulan kızı bizim evin duvarının arkasına çektikten sonra koşarak gelip beni almasını, kapıdan içeri atmasını ve saniye farkıyla arkamızdan kapıdan içeri kurşunların girmesini unutmam mümkün değil…

Toplu demet atışıyla başımıza yağan ve kelimenin tam anlamıyla kılpayı, duvar köşesine geçmekle saniye farkıyla kurtulduğumuz havan mermilerinin yeri göğü sarsan patlamalarını, yaydığı dehşetli basıncı, sıcaklığı, şarapnellerden bir tanesinin kucağında bir  yaşındaki kız kardeşimi tutan annemin alnını sıyırmasıyla girdiği şoku unutmam mümkün değil…

Vınlamasını duyduğumda doğu tarafından gelen bombayı nasıl gördüğümü ve çaresizce bomba diye bağırdığımı, bir saniye sonra başımızın hemen üzerinden geçerek, birkaç metre ilerdeki duvara çakılıp da patlamayan bombaya nasıl şaşkınlıkla baktığımızı unutmam mümkün değil…

Birkaç saat sonra babama ulaştığımızda ve ailecek Lefke deresine doğru bahçelere gizlenmek için vadiye indiğimizde, Karşıyaka tarafından bizi gören Rum milisler tarafından nasıl makineli tüfek ateşine tutulduğumuzu, her tarafımızdan vızır vızır mermilerin geçtiğini, her yanımızdan sektiğini, ve yine her nasılsa, isabet almadan ağaçların arasına kaçıp da gizlenebildiğimizi unutmam mümkün değil…

Girdiğimiz çalı kovuğunda yanımızdaki bir avuç bisküviyi yemek için üzerimizde zıplayan, birbiriyle yarışan, ayaklarımızın üzerinden sürünerek geçen kara yılanları unutmam mümkün değil…

Erkeklerin Lefke meydanında toplanmasını, çağrıya uymayanların bulundukları yerde aileleriyle birlikte öldürüleceklerini, babamın gidip teslim olmadan önce çaresizce çakısını, cüzdanını çıkarıp da komidinin üzerine koymasını, “bizi öldürürlerse bunlar oğluma hatıra kalsın, kimliğimi donumun içine koyuyorum, yüzümüzden vururlarsa tanınmayabilirik, ölüler arasında olursam kimliğim donumun içinde olacak, oradan bakın” demesini, paçasına yapışıp gitme baba diye yalvarmamı, buna rağmen beni tutarak gözleri yaşlı bir şekilde “merak etme, geri gelecem”  diyerek çıkıp gitmesini unutmam mümkün değil…

Ve hafızalarımızda, yüreklerimizde birçok iz bırakan, ufacık çocuklar olarak yaşadığımız travmalardan dolayı asla unutulmayacak sayısız olaylar serisi…

Ve nihayetinde, Yarbay Cemal Eruç’un üzerine Türk bayrağı çekilmiş jipinin Lefke çarşısında önümüzden geçişiyle son bulan dehşet ve vahşet yılları…

Biz herşeye rağmen şanslı olanlardık, ama şanslı olmayanlar ve yaşadıkları dehşetin sonunda vahşice öldürülenler vardı, ve hemen tümü çocuk, genç ve yaşlılardı…

Üstelik de bunları yapanlar, kendilerini dünya insanlık medeniyetinin atalarının torunları sayanlardı…

Çocuklar büyüyüp, doğdukları toprakların denizine giremedi, dağlarında, kırlarında dolaşamadı, anne baba olup, çocuk çoluk sahibi olamadı, sevdikleriyle birlikte hayatının tadına varamadı…

Gençler hayatlarının baharında savaşın dehşetiyle yüzleştiler, küçük kardeşlerini, ana babalarını, sevdiklerini korumak için aç susuz Kıbrıs’ın dehşetli sıcağında çarpışırken vurularak, bombalarla parçalanarak öldüler, kimilerinin mezarı bile olmadı…

Anadolu’dan gelen gencecik askerler, hiç tanımadıkları, hiç bilmedikleri bir ülkede, hiç tanımadıkları bir düşmanla özellikle de Beşparmaklarda, bombaların cayır cayır yaktığı ormanların içinde, cehennemi bir savaş ortamında göğüs göğüse çarpıştılar, öldüler.

Bütün bunların tek bir sebebi vardı, biz Amerikan-İngiliz ve Rus emperyalizminin güç çatışmasının arasında kalan piyonlardık ve bu kahpe savaşta kimimiz harcandı, kimimizin ise yaşayacak, görecek ömrü oldu.

İstisnalar kaideyi bozmasa da, o dönemlerde Rumların bazılarının malesef ki, hangi akla hizmettir anlaşılmaz, gözü dönmüştü.

Faşist Rum-Yunan mezalimine karşı çıkan ve Türkleri korumaya çalışan, bu çabasında kısmen başarılı olan Rumlar da vardı, ama bir kere ok yaydan çıkmıştı ve savaş cehennemi suçlu ya da suçsuz, vicdanlı ya da vicdansız, Türk ya da Rum tanımadı, cehennem çarkları yakalayabildiği herkesi paramparça etti, tarifsiz trajediler yaşandı, insanlar evlerinden, yerlerinden, canlarından, cananlarından oldu, geriye ise bitip tükenmek bilmeyen ve cehennem çarklarından kurtulmuş olsalar da, halen herkese her şekilde zarar veren, yaşamlarını etkileyen düşmanlıklar, sürtüşmeler kaldı, güzel adamız emperyalizme bilerek ya da bilmeyerek uşaklık eden bir avuç sapık, faşist çapulcunun çabaları neticesinde ikiye bölündü. 

Faşist Rum-Yunan ikilisinin bitmek tükenmek bilmeyen Türk düşmanlığı, Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki ikinci ağır yenilgisini Kıbrıs’ta almıştı ve bu kaldırabilecekleri bir travma değildi.

Kıbrıs yenilgisinden sonra Yunanistan’daki faşist iktidar halk tarafından iktidardan alaşağı edildi.

Ama yetmedi, yeterli olmadı.

Yunanistan’da iktidar değişse de, zihniyet değişmedi, aynı zihniyet bu kez dolaylı olarak şansını denemekten geri kalmayacaktı ve bölgemize hemen gelmesi gereken barışın bugün ola hala gelmemiş olmasına sebep olacaktı.

1975 yılında Musul doğumlu, takma adı Agop Agopyan olan Harupyun Tokaşyan isimli bir Ermeni ana hedefi Türkiye’yi ve Türkleri terörize etmek olan ASALA adlı Ermeni terör örgütünü Beyrut’ta kurdu, daha doğrusu bu örgüt, yıllar sonra Atina’da bir sokakta beyni patlatılan, bu kuşbeyinliye kurduruldu.

O dönemlerde Beyrut ve Lübnan doğu ve batı bloğunun casuslarının en fazla fink attığı Ortadoğu merkeziydi ve özellikle CIA, MOSSAD ve KGB’den habersiz böyle bir örgütün bölgede peydahlanması asla düşünülemezdi.

Nitekim, bir önceki “Akıl farkı” başlıklı köşe yazımda da belirttiğim üzere, Türkiye’den dayak yemekten usanan Rum-Yunan ve Ermeni tayfası, Türkiye ile doğrudan uğraşmayı bırakıp, gidip Amerikan Senatosu’ndaki gücü ele geçirmişler, Türkiye’yi kendi kavgalarında Amerika ile karşı karşıya gelmek zorunda bırakmışlardı.

ASALA kurulur kurulmaz, ASALA’ya destek için batıdaki, Avrupa ve Amerika’daki hemen tüm Ermeni sermayesinden oluk gibi paralar Beyrut’a akmaya başladı, terörü finanse eden uyuşturucu ticareti de patladı.

Neticede, ASALA kendisine biçilen rolü başarıyla yerine getirdi ve her ne kadar lafta terör örgütü olarak ilan edilmiş olsa da, aleni şekilde başta Fransa olmak üzere, bazı Avrupa devletlerinin, Rusya ve Amerika’nın da açık desteğini aldı, birçok Avrupa ülkesinde, Amerika ve Kanada’da bile eylemlere girişti, Türk diplomatları ve sivilleri katletti, hatta ve hatta, Türkiye’nin kalbinde, Ankara Esenboğa havalanında bile kanlı bir terör eylemi düzenledi.

Yetmedi, ASALA’dan birkaç yıl sonra kurulan PKK ile işbirliğine girişti, ama daha da önemlisi, daha kurulduğu andan itibaren Filistin Kurtuluş Örgütü ile çok yakın işbirliği içine girdi ve her köşeye sıkıştıklarında Türkiye’den medet bekleyen FKÖ ile birlikte Türkiye’ye darbe üstüne darbe indirdiler.

Ana gelir kaynakları dıştan gelen yardımlar, silah ve uyuşturucu kaçakçılığıydı, öyle ki, o dönemlerde doğu Akdeniz bölgesindeki silah ve uyuşturucu kaçakçılığı ASALA, FKÖ ve PKK’nın tekeline geçmişti.

Ana eğitim merkezleri ise, daha bir sene önce, Yunanistan’ın iktidarının değişmesine bile sebep olan  74 savaşında Türkiye’den fena bir dayak yiyen Yunanistan ve Güney Kıbrıs idi…

Sonrasındaki eğitim üsleri Suriye’deki Bekaa vadisinde PKK ve FKÖ ile ortak kullandıkları kamplar idi.

ASALA, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’tan aldığı sonsuz para ve istihbarat desteğinin yanısıra, Türkiye’ye karşı işlediği terör eylemlerinde Fransa, Suriye, İran ve SSCB tarafından da doğrudan çok büyük destek aldı, Amerika ise ASALA’nın yaptığı eylemlere finans sağlayan zengin Amerikan Ermenilerine göz yumdu.

Ta ki diplomasi yoluyla bu pisliğe çözüm bulamayacağını anlayıp da MİT’i devreye sokana kadar, Türkiye yıllarca önce ASALA/FKÖ, sonra ise ASALA/PKK ortaklığında yapılan eylemlerden çok çekti, ancak Ankara Esenboğa havalanına yaptıkları saldırıdan sonra MİT devreye girip de ASALA’ya karşı mücadeleye girişince ve anladıkları dilden karşılık verilince, defterleri dürüldü, etkisiz hale geldiler.

Ancak ASALA’nın son kullanım tarihi geldiğinde, devreye çoktan PKK girmişti ve Amerikan emperyalizminin icadı olan PKK’nın en büyük destekçileri yine Yunanistan, Güney Kıbrıs, Suriye, Irak, İran ve yeri geldiğinde Rusya olacaktı.

Neticeye gelirsek, bugün Türkiye hala PKK ile mücadele ediyor, aslında görünüşte PKK ile mücadele ediyor ama esasta Amerikan emperyalizmi ile mücadele etmektedir.

Kıbrıs sorunu da, yukardaki sorunların bir parçası olarak, Ortadoğu bataklığındaki mozaiğin bir parçası olarak, ta 74’de bıraktığımız yerde duruyor.

Şimdi, yakın geçmişteki şartları ortaya koyduktan sonra, birçok dostumun ısrarlı bir şekilde “Kıbrıs’ta nasıl bir çözüm olabilir” sorusuna cevap vereyim.

Bir kere, Kıbrıs’ta KKTC’nin doğrudan tanınacağı iki devletli bir çözüm mümkün değil, bakmayın siz 74de kaçacak delik arayan, ortalık durulunca da alemin kahramanı kesilen hödük milliyetçi müsveddelerinin bugün viski şişesinin dibinde gördükleri hayaller neticesinde salladıkları palavralara…

KKTC’nin tanınması demek, Doğu Akdeniz’in kuzey kesiminin Türkiye’nin egemenliğine bırakılması demektir, bu da ne bugün, ne de gelecekte, dünyaya hükmeden iki emperyalist gücün kabul edeceği birşey değildir.

Federasyon da mevcut şartlarda bir çözüm değildir, her fırsatta Türkiye’yi arkadan veya doğrudan vuran emperyalist piyonlarıyla doğrudan işbirliği içinde olan ve aynı zamanda AB üyesi de olan Rum kesimi ve Yunanistan, federasyona dayalı bir çözümde, hele de kendi istedikleri şekilde bir federasyon temelinde, kısa vadede olmasa da uzun vadede Kıbrıs Türkünü çiğ çiğ yerler, asimile ederler, Kıbrıs’ı istedikler kılığa sokarlar.

Ellerinde para da var, siyasi güç de var, bunların her ikisi de Kıbrıs Türkünde yok, hoş, KKTC diye icat ettiğimiz devleti Türkiye bile resmen halen tanımadı.

Dahası, özellikle son yirmi yılda, Kıbrıs’ın kuzeyi tam bir batakhaneye dönüştü, dünyanın her türlü pisliğe bulaşmış lağım fareleri korsan devlet olarak gördükleri ve her türlü kirli ve karanlık ilişkinin fır döndüğü, kara paranın oluk oluk aktığı, yolsuzluğun dokunulmazlık zırhına büründüğü Kuzey  Kıbrıs’a kapağı atmaya başladılar.

Bu batakhanedeki mevcut sistem elbette ki birilerinin ekmeğine yağ bal sürmektedir, kesesini hınca hınç doldurmaktadır, ancak bu batakhanenin bir parçası olmaktan hiç de memnun olmayan Kıbrıslı Türkler de vardır ve bu batakhanede lağım farelerinin iki dudağı arasında, sürekli gergin, huzursuz, depresyonda, adaletsiz, verimsiz bir ortamda yaşamaktansa, AB’ye girip, Rumla ortak yaşamayı, hatta ve hatta, yakın geçmişte tüm yaşananlara rağmen, Rum yönetimi altında yaşamayı tercih etmektedirler ki Rum tarafının da Kıbrıs sorunundaki en büyük güvencesi, fırsat verilmesi durumunda, bu kesimin desteği olacaktır.

İşin özünde, 74 sonrasındaki ganimet ve partizanlık düzeninde, 2000li yıllardan sonra, özellikle de Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesinden sonraki yağma ve vurdun düzeninde ise Kuzey Kıbrıs’ın içine edilmiştir, gerek 48 senede 44 hükümetin kurulup bozulduğu, devlet ve toplum çıkarlarının değil de şahsi çıkarların gözetildiği siyasi arenada, gerekse sivil arenada her türlü yolsuzluk ve soysuzluk adeta Kıbrıs’ın kuzeyini mesken tutmuştur, ithal it kopuk tayfası da Kıbrıs’ın kuzeyini yerli it kopuk işbirlikçileri sayesinde mesken tutmuştur.

Durum buyken, Kıbrıs’ın kuzeyinde tarihte görülmemiş bir ekonomik çöküntü yaşanmış ve halen de yaşanmaktadır, ilave olarak, her türlü çevre talanı ve felaketi de yaşanmış ve halen de yaşanmaktadır, öyle ki, artık bugün halk denize girecek temiz, lağım karışmamış, işgal edilmemiş bir karış sahil bulamamaktadır, hatta ve hatta, bazı Kıbrıslı Türkler Rum tarafındaki plajlara gitmeyi, alışverişini Rum tarafından yapmayı tercih etmektedirler, çünkü Rum tarafındaki sahiller yağmalanmamıştır, adım attığınız her sahil tertemizdir, çevre bilinci yüksektir, çoğu acil ihtiyaç malzemesi de ya yarı fiyatına, ya da üçte bir fiyatına satılmaktadır.

Hal buyken, Kıbrıs’ta bir çözüm mü olur???

Olur tabi, ama olması için önce bizim aklımızın değişmesi gerekir;

Tek çözüm yolu, Kıbrıs Türk Devleti’nin kurulması, başkanlık sistemine geçilmesi, Rum tarafı ile her iki tarafın siyasi eşitliği temelinde gevşek bir federasyon veya konfederasyon kurulması, her iki tarafın AB’ye ortak ve eşit siyasi otorite ile üye olması, Kıbrıs’ın NATO’ya girişine yeşil ışık yakılması, ama herşeyden önemlisi, Kıbrıs Türk Devleti’ne Türkiye ile geniş kapsamlı bir güvenlik ve savunma işbirliği anlaşması yapılması hakkının tanınmasıdır ki bu hak bütün anlaşmanın kilit noktası olacaktır (Rum tarafı tek taraflı olarak Fransa, Rusya, İsrail, Mısır, İngiltere, Amerika ile askeri savunma anlaşmaları yapmış, savunma konusundak ilişkilerini geliştirmiştir, dolayısıyla “sen yaptığına göre ben de yaparım mantığıyla”, Rumların Türk tarafının Türkiye ile tek taraflı savunma ve güvenlik işbirliğine karşı çıkma ve ayrıca NATO kapsamında Türk tarafının kendi topraklarında Türk askeri bulundurmasına itiraz etme şansı ve itirazını kabul ettirme şansı sıfıra yakındır).

Ancak bu şekilde bir çözümün olması, en azından bu şekilde bir çözüm için bastırılması için bizim başımızda devlet yönetiminden ve uluslar arası diplomasiden, daha da ötesi, emperyalizm canavarı ile nasıl mücadele edileceğini, ortak paydada emperyalizmin çıkarları ile nasıl buluşulabileceğini hesaplayanların, masada taktik geliştirecek akıllı insanların olması gerekmektedir.

Malesef ki, bizim şansızlığımız ve hatamız; iktidarıyla, muhalefetiyle, devlet yönetimini, uluslar arası diplomasiyi meyhane masasında sarhoş kavgası seviyesine indirgeyen, lafazanlığı diplomasi zanneden akıl ve çap yoksunu şahıslar tarafından yönetilmemiz ve 74 ve öncesinde bizim bugünleri görmemiz için canlarını feda edenlerin aziz ve kutsal hatırasına ihanet edilmesine göz yummamızdır.

Bu şartlarda, ne KKTC’nin, ne de Türkiye’nin sadece laf üreten, devlet kesesinden har vurup harman savuran hazır yiyici iktidarından ve muhalefetinden bir cacık olmaz, olsa olsa bulaşık suyu olur!

Ve dahası, bizimkiler bu kadar beceriksizken ve karşımızdaki kör düşmanın istediği bir gözken, bizimkilerin beceriksizlikleriyle düşmanın eline verdiği bir değil, iki değil, üç değil, tam dört göz ve fazladan Üsküdar’ı da geçecek bir de attır…

E, gel da görecek göz ve altına atı verdiğimiz düşman Üsküdarı geçerken biz niye hala bu hallerdeyiz ve arkasından bakakaldık diye sor şimdi!!!

Çözüm nasıl olacaktı diye mi sormuştunuz!!!

Çözüm istiyorsanız önce cacık yapmayı öğrenin…

Bütün mesele cacıktadır!

Diğer Haberler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu