Ediz Tuncel

Ediz Tuncel: NATO, KIBRIS, BAKKAL DÜKKANI

Başlığa bakınca, NATO, KIBRIS ve BAKKAL DÜKKANI birbirleriyle ne alaka diye sorasınız geliyor, değil mi?

Hem kel alaka, hem çok alaka!

Bizi bugünlere getiren tarihi kısaca özetleyelim.

Türkiye, dünya tarihinde eşi benzeri çok az görülen bir Kurtuluş Savaşı ile kuruldu.

Halbuki daha birkaç sene öncesinde, padişah efendi memleketi, bugünün de süper gücü konumunda olan o zamanın süper güçlerinin ellerine teslim etmiş, koskoca Osmanlı imparatorluğunun halkı sersefil halde kalmıştı, ordu dağıtılmıştı, herkes çaresizlik içindeydi.

İşte o sersefil, çaresiz durumdaki herkes Atatürk ve silah arkadaşlarının liderliğinde ayağa kalktı, yaklaşık dört yıl süren kurtuluş savaşında 35 binden fazla şehit vererek, başını ABD’nin çektiği İngiltere, Fransa, İtalya, ve hatta Japonya gibi zamanın süper devletlerini ve destekledikleri Yunanistan’ı bir güzel hizaya getirdi, dünya tarihinde eşine az rastlanır bir kurtuluş savaşı destanı yazdı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.

Cumhuriyet kurulur kurulmaz, daha birkaç sene bile geçmeden, Türk milletini dıştan saldırmakla yenemeyeceğini anlayan “üzerinde güneş batmayan imparatorluk ve yüzyılların en büyük emperyalist ve kapitalisti” İngiltere, Atatürk’ten ve Türk milletinden intikamını almak ve prestijini yeniden kazanmak için bu kez Anadolu’daki Kürtleri örgütleyerek Şeyh Sait ve Ağrı isyanları gibi isyanları başlattı ve yaklaşık 6 yıl boyunca Lozan’da kabul edilen sınırları bozmaya çalıştı.

Sonuçta başarılı olamadı, hem kendisi hem de İngiliz ajanlarının aklına uyan ayak takımı laftan anlamayınca ve kendi kafalarına göre ülkenin düzenini bozup, buldukları yerde askerleri ve cumhuriyet taraftarlarını katletmeye başlayınca, yedi düvelin hakimi emperyalistleri dize getiren Türk ordusu tarafından süpürüldü…

Arkasından İkinci Dünya Savaşı geldi, emperyalistlerin Türkiye ile uğraşmaya pek vakitleri olmadı,  savaşın arkasından ise Türkiye yine emperyalizmin odak noktasındaydı.

Ama bu kez, dünya iki canavarın kapışmasına da tanık oluyordu; kapitalistlerin ve komünistlerin emperyalizm kavgası dünya sahnesine çıktı.

İkinci Dünya Savaşı’nın neticesi Amerika ve Rusya’yı karşı karşıya getirmiş, iki süper güç dünyaya hakim olma yarışına girmişti.

Bütün müslüman ülkeler arasında tek laik ülke olan, Batı zihniyetine ve medeniyetine Arap kültüründen çok daha yakın duran Türkiye yüzünü batıya doğru döndü, NATO’ya kabul edilme şartı olarak Kore savaşına katıldı, Türk askerleri kendilerine tamamen yabancı olan bir toprakta, hiç tanımadıkları bir düşmanla savaştılar, hatta 700’den fazla şehit verdiği Kore savaşında sadece Kunuri savaşında 300’den fazla şehit vererek, Amerikalıların ve diğer BM birliklerinin Çin ordusu karşısında güvenli geri çekilmesini sağladı ve savaşın hemen arkasından Türkiye NATO’ya alındı…

Türkiye’nin ısrarla NATO’ya grime sebebi şuydu; Dünya net şekilde iki kutba ayrılıyordu, bir tarafın liderliğinde Amerika vardı, diğer tarafın liderliğinde ise Rusya vardı, Amerika liderliğindeki NATO ise sözde bir bütündü ve bir NATO üyesine yapılacak herhangi bir saldırı tüm NATO üyelerine yapılmış sayılıyordu ve savaş tehdidi altında olan bir ülke tüm NATO üyelerinden yardım bekleyebilirdi…

Türkiye işte bu şartlarda NATO’ya girdi ve tüm NATO ülkeleri arasında NATO’dan kazık üstüne kazık yiyen ilk ve tek ülke oldu.

Ayrıca, tarih boyunca Türk milleti doğusunu ve güneyini saran Arap uluslarından da kazık üstüne kazık yedi ve halen de yemeye devam ediyor.

Arap ülkelerinin ve uluslarının, ve keza, tüm müslüman ülkelerin tarih boyunca hiç değişmeyen bir kuralı vardır, ki bu kural istisnai olarak sadece Türk ulusu ve Türkiye tarafından bozulmaktadır…

Özetle;

Müslümanın en büyük düşmanı yine müslümandır…

Türkün en büyük düşmanı yine Türktür, Türkün en büyük dostu ise yine Türktür.

Türkün en büyük ikinci düşmanı müslümanlardır, en büyük üçüncü düşmanı ise emperyalist-kapitalistlerdir.

Müslümanın en büyük dostu ve savunucusu ise, yediği bütün kazıklara rağmen Türktür!!!

Ama ne çare ki, Türk desteklediği, koruduğu, kolladığı tüm müslümanlardan kazık yemiştir, atılan kazığın tezgahını da emperyalist-kapitalistler hazırlamıştır, bugün de durum yüz yıl öncesinden farklı değildir.

Dünya yüzünde görülen tek kayda değer müslüman ittifakı Atatürk Türkiye’sinin önderliğinde, 1937’de kurulmuştu; Sadabat Paktı!

Sadabat Paktı’nın üyeleri Türkiye, İran, Irak ve Afganistan’dı.

Bu paktın en önemli maddesi üye ülkelerin birbirlerinin sınır ve ülke bütünlüklerine saygı göstermeleri ve kendi topraklarında peydahlanıp da pakt üyesi diğer ülkelerin topraklarına herhangi bir şekilde tehdit oluşturabilecek silahlı veya siyasi oluşumlara izin verilmemesiydi.

Bu şekilde, üye ülkeler hem birbirlerinin rejimlerini destekleyecekler, hem de birbirlerini her türlü entrikaya karşı kollayacaklardı.

Asya ve Avrupa, Doğu ve Batı arasında kritik öneme sahip bu müslüman ülkeler paktının özellikle bu maddesi, ki 7. maddesidir,  ta 1979’a kadar uygulandı, ta ki İran’ın başına Fransız uydusu Humeyni geçirilene ve İran-Irak savaşı başlayana kadar…

Böylece iki pakt üyesi birbirine girmiş oldu, ki o tarihe kadar ikisi de olabildiğince laik düzende yönetilen ülkelerdi, savaş sonrasında ise her ikisi de yobazlığın ve diktatörlüğün pençesine düştü…

Arkasından Rusya Afganistan’ı işgal edip, sıcak denizlere inmeye kalkıştı, neticesinde Afganistan Taliban denen ve baştan aşağı Amerikan icadı olan zırcahil çapulcular sürüsünün hakimiyetine geçti…

Sadabat Paktı’nın dört üyesinden üçü istenen kılığa sokulmuştu, geriye bir tek Türkiye kalmıştı.

Eş zamanlı olarak, 1980’lerin başında Türkiye PKK terörü ile tanıştı, böylece emperyalistlerin Cumhuriyetin kuruluşundan sonra İkinci Dünya Savaşı yüzünden yarım bıraktıkları iş tekrar uygulamaya konmuş oldu.

Diğer üç ülke zırcehaletin, din sömürgenlerinin ve emperyalistlerin uşaklarının işgaline uğramış durumda…

Geriye bir tek Türkiye kaldı, o da nerdeyse istenen kılığa sokuluyordu ama kılpayı yırttı.

Arap Baharı denen rezillikler ve vahşet sürecinde diğer hedef ülkeler başta Amerika olmak üzere, NATO üyesi olan diğer emperyalistlerin istediği doğrultusunda kılığına sokuldu, bir tek Rusya’nın desteklediği Suriye’de hedef tam tutturulamadı.

Ancak manzara halen değişmiş değil, Türkiye halen emperyalizmin hedefinde, beceriksiz yönetimler yüzünden mali durumu fena halde sarsılmış durumda, son kırk yılda hem içerde hem de dışarda güvenlik güçleri Amerika’nın desteklediği PKK ve uzantıları ile savaşırken, son yirmi yılda içerden ülkenin her köşesinde cemaatler ve tarikatlar peydahlanmış durumda…

Tam da emperyalistlerin istediği gibi!!!

Kurtuluş Savaşı’nda dört yılda kaybedilen toplam asker sayısı 35 binden fazlaydı, bugün de Amerika ve NATO ülkelerinin, yani sözde müttefiklerin desteklediği PKK ve uzantıları ile sürdürülen savaşta 40 yılda ölen asker sayısı aynı rakamlara ulaşmış, hatta geçmiş durumda…

Bu kayıplar sözde dost NATO ülkelerinin kalleşçe yaratıp desteklediği bir düşmana karşı veriliyor!!!

Bunlar bir de dost olmasaydı, acaba ne olurdu!!!

Neticede, NATO kendi eliyle yarattığı PKK’yı destekleyerek, ta Cumhuriyetin başlangıcından beri uygulamaya koyduğu Türkiye’yi bölme, parçalama politikasını sürdürüyor.

NATO’ya girmek, Türkiye’yi hedeften indirmedi, tam tersine, NATO’nun Türkiye üzerindeki hedeflerine daha kolay ulaşmasına vesile oldu, dost kılığındaki düşman Türkiye içinde üsler kurdu, bu üslerden an be an Türkiye içindeki Yeşil Kuşak projesini ve harekatını yönetti, laik ve Atatürkçü Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin sarsılması için uğraştı, dindar geçinen zırcahil ve kindarlar eliyle Atatürkçülüğün etkisizleşmesi için özel çaba sarfedildi, toplum Atatürkçüler, AKP taraftarları ve Kürt cephesi olmak üzere üç cepheye bölündü, bu cepheler arasında kin ve nefret hat safhaya çıkarıldı, ülkede yaşanan ekonomik çöküntü de cepheler arası gerginliği körükledi, yetmesi, dost kılığındaki düşman Türkiye’nin bir ayağını Suriye bataklığına soktu, diğer ayağını ise Kuzey Irak bataklığına…

Yetmedi, ta 1800’lü yılların başından, Mora isyanları döneminden beri süregelen Türk-Yunan kavgasında ise Amerika aleni şekilde Yunan tarafını tuttu, Amerika’dan önce bu rol İngiltere’de idi, şimdi büyük abi sahnenin önünde duruyor…

Amerika’dan destek alarak, Lozan’a aykırı olarak Yunanistan, Türkiye sınırına yakın olup da silahlandırmaması gereken adaları silahlandırdı, yetmedi, Amerikan ordusu da Yunan adalarına külliyetli miktarda askeri personel ve malzeme yığdı.

Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan Rusya’dan S-300 füzelerini aldıklarında sorun olmadı, ama Türkiye S-400’leri alınca sorun oldu, ortağı olduğu F-35 projesinden de atıldı.

Türkiye’nin elinde kala kala savaş gücü ve kabiliyeti yüksek kara kuvvetleri ve yakın muharebede düşmanı havadan zımbalayan SİHA gücü kaldı.

Şimdi gelelim başlığın Kıbrıs kısmına…

NATO’ya üye olmamasına rağmen Kıbrıs Rum kesimi lideri Anastasiadis İspanya’nın başkenti Madrid’deki NATO zirvesine davet edildi.

BM prosedürüne göre Kıbrıs’ta iki eşit toplum var ve bu toplumların “toplum liderleri” var!!!

BM nezdinde masaya oturulduğunda hem Kıbrıs Türk, hem de Kıbrıs Rum tarafının liderleri toplum lideri sıfatıyla eşit otururlar, ancak masadan kalktıkları anda Rum lider Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı elbisesini giyer…

Nitekim, NATO’nun Madrid toplantısında Rum lider Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatı ile oradaydı, bizim “toplum lideri” ise mahallesindeydi…

Türkiye, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılımına karşı esip gürlerken, Rum tarafının NATO toplantısında ne işi var demedi!!!

Anastasiadis’in tüm Kıbrıs adına o toplantıda yer almasının tek bir sebebi vardır; Finlandiya ve İsveç ile birlikte Kıbrıs’ın da NATO’ya alınması söz konusudur.

Hiçbir uluslar arası  gücü olmayan, göstermelik bir mutabakatnameye imza atılmasıyla Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya alınmasına yolu açan AKP iktidarı Kıbrıs’ın NATO’ya alınmasına ve Doğu Akdeniz’deki NATO çemberinin kapanmasına, böylece NATO sınırlarının İsrail’e kadar uzanmış olmasına ve Doğu Akdeniz’deki Rus egemenliğinin sona ermesine hayır diyebilecek mi!!!

Bu saatten sonra dese de kimse takmaz!

Kıbrıs’ın NATO’ya başvurması halinde söz sahibi olacak olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iktidarını elinde bulunduran Rum kesimidir…

Her ne kadar Zürih-Londra anlaşmaları ve garantörlük anlaşması Rum tarafını tek taraflı bir adım atarak uluslar arası bir kuruluşa üye olmasını engellese de, bu engel Rum tarafının tek taraflı olarak AB’ye üye olmasıyla çoktan delinmiştir ve zamanın Türkiye iktidarının eliyle bu delinmeye göz yumulmuştur.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin NATO’ya üye olmasıyla İsrail’in de üye olmasının önü açılacak ve NATO’nun egemenliği Doğu Akdeniz’e kadar uzanacaktır, böylece Amerika yeni bir dünya imparatorluğu kuracak, Rusya ve Çin’I doğuya doğru hapsedecektir. 

Bir hatırlatma yapalım, daha Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmadan önceki şart, Cumhuriyet kurulur kurulmaz Kıbrıs’ın NATO’ya üye olmasıydı, Makarios çark etti, Rusya’ya yanaştı, İngilizler anayasa değişikliği önerdi, ortalık karıştı, iç savaş çıktı, anlayacağınız Makarios’un taktiği kafasına yıkldı, Makarios aradan temizlenince Kıbrıs da Avrupa ve Amerika’nın güdümüne geçti, Rumlar her ne kadar Rusya ile de iyi ilişkiler içinde olmuş olsalar da, bugün çareyi Amerika ve Avrupa’ya yanaşmakta buluyorlar .

Amerika ve Fransa, İngiltere gibi diğer NATO üyelerinden cesaret alan Rum kesimi de, 1974’den beri ateşkes prosedürleri uygulanmasına ve Kıbrıs Cumhuriyeti anlaşmalarındaki net haklara rağmen, Türk askerini sürekli işgalci düşman diye göstermeye de devam ediyor…

Bizim Türkiye’deki iktidarlar ve Kıbrıs’taki şaklabanlıkla milliyetçiliği birbirine karıştıracak diye yarışan milliyetçi müsveddeleri ise “Tamam be ahbap, Kıbrıs’taki Türk askeri işgalci de senin mahalledeki Yunan, Fransız, Rus, Amerikan,  İsrail askerleri turist mi???” diye sormuyor, soramıyor!!!

Daha geçen sene, Lefke tepelerinde kafamızın üzerinden vızır vızır Fransız Rafael savaş uçakları geçti, tam da çalışma odamın bahçeye açılan kapısının önünden geçtiler, bunlar da nerden çıktı, Türkiye’den gelseler denizden gelecekler, ama doğrudan doğruya güneyden geldiler dedim kendi kendime, demeye kalmadı, sesleri yeniden duyuldu, dürbünü kaptım, izledim, bizim F-16’lar olmadıklarını bir bakışta anladım, kısa bir araştırma ile Fransız savaş uçakları olduğunu, Rumlar ile ortak bir tatbikat yaptıklarını öğrendik, ama bu arada zırt pırt bizim Lefke ile Erenköy arasında gidip geldiler.

Bizim taraftan tık çıkmadı!!!

Geçen günlerde ada tarihinin en büyük yangınlarından biri çıktı, sabah car car Rum tarafına verip veriştiren muhterem Dışişleri Bakanımız Tahsin Ertuğruloğlu’nun akşama sesi kesildi, çünkü yangını söndürmek için Türkiye’den gelen hava araçları yeterli olmamış, Rum tarafının da yardımına ihtiyaç duyulmuştu.

Dahası, İsrail’den de yardım istendi.

Şimdi gelelim başlıktaki bakkal dükkanı meselesine…

Kıbrıs Türklerinin devleti olan KKTC, her tarafını iliğine kadar farelerin kemirdiği, bakkalcının ve tezgahtarlarının da miskinlikten hiçbirine kış demediği bir kenar mahalle bakkal dükkanından farksızdır.

Farelerin her bir köşesini iliğine kadar kemirdiği bakkal dükkanı iflas eder, yardımına Türkiye koşar; dağları, ovaları, ormanları yanar, yardımına Türkiye, Rum tarafı koşar; elektriği kesilir, suyu kesilir, yardımına Türkiye, Rum tarafı koşar…

Peki, dükkan bataktan batağa sürüklenirken, kumar, insan kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığı, kadın ticareti, kara para aklama merkezi haline gelen fare yuvası bakkal dükkanının başındaki  bakkal başı ve tezgahtarları ne yapar???

Sabahtan akşama kafa çekerler, bol bol hamaset nutukları atarlar,  palavra sallarlar, avantalarının devamı için her türlü kılığa girerler, ama kimse dükkandan fareleri temizleyip, dükkanı adam etmek için kılını bile kıpırdatmaz, aksine, herkes, istisnalar kaideyi bozmasa da, kemirgen farelerle işbirliği yapmayı tercih eder, bu iğrenç düzenbazlar düzeninde kemirebildiği kadarını kemirmeyi kar sayar…

İşte dört kelimelik başlığın özeti…

Diğer Haberler

Başa dön tuşu