Ediz TuncelKöşe Yazıları

Ediz Tuncel: Adam gibi adamlar

Dertler geldi mi tek tek gelmez, hepsi birden yığılır, cebelleşir durursunuz, bazen küfredersiniz, ama günün sonunda işler yine iyi kötü yoluna girer.

Bazen de insanın nutkunu tutturacak, feleğini şaşırtacak şekilde ardı ardına kan bağlarınızın, can bağlarınızın ölümleri gelir, ilahi takdir dersiniz, sineye çekersiniz, kayıplarınızın yarattığı tarifsiz derinlikteki boşluğun ve hiçbir ilacın fayda etmeyeceği bir yürek acısının içinde bocalar durursunuz. 

Son birkaç günde kan bağı ve can bağı olan beş insanın ardı ardına gidişini görmek doğrusu biraz fazla ağır geldi, ama ilahi takdir böyleymiş.

Bu fani dünyadan göçenlerden ve aynı gün sonsuzluğa uğurlananlardan birisi Yakın Doğu Üniversitesi’ndeki Rektörümüz Ümit Hassan, diğeri 96’da hayatımda unutulmaz izler bırakan bir dönemde Kolordu Komutanımız olan Hasan Kundakçı Paşamız idi.

Adam gibi adamların yetiştiği bir nesilin son temsilcilerindendi, her ikisi de…

Birisi akademik dünyanın en duayen isimlerindedi, ötekisi de binlerce yıllık mazisi olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin en gözüpek komutanlarındandı.

Her ikisi de heybetlerinden kendini dev aynasında gören cücelerin dev aynalarını çatırdatan, cüceleri daha da cüceleştiren adam gibi adamların neslindendi.

Hayatımın son 16 yılında sadece ve sadece nezaketini, insanlığını, efendiliğini gördüğüm, bir bilim adamı olarak farkını farkettiren zekasını ve ciddiyetini takdir ettiğim, sadece Kıbrıs Türk eğitim dünyasına değil, tüm Türk dünyasında unutulmayacak izler bırakan Rektörümüz Ümit Hassan Hocamız ecelin kapıya geldiğini hissettiğinde, artık uğraşmaya gerek yok, geldiğimiz gibi gitmemiz gerektiğini de bilmemiz lazım, direnmenin anlamı yok, hayatı oluruna bırakalım diyebilen, ölüme meydan okumayıp, onu hayatın olağan akışının bir noktası olarak kabul eden, boşluğu doldurulamayacak, hatıraları unutulmayacak,  Tanrı’ya inancı sonsuz olan o çok ender ve cesur insanlardan biriydi.

Ümit Hocamız yüreklerimizde tarifsiz bir keder ve acı bırakıp giderken ve “Türk dünyasının eğitim tarihinden bir Ümit Hassan geçti” dedirtmeyi de başarırken, akademik dünyada dev aynasındaki cüce değil de adam gibi adam nasıl olunur dersini de bizlere hakkıyla verdi; akademik dünyada dev aynasındaki cüce değil de eserleriyle, başarısıyla devleşmenin farkını ve ne demek olduğunu bizlere gösterdi… 

Bu bakımdan akademik dünya Ümit Hassan gibi farklı bilim dallarını harmanlamayı da başarabilen ender insanlardan birini kaybederken, sadece akademik dünya değil, özde Türk milleti, genelde ise insanlık en önemli değerlerinden, adam gibi adamlardan birini kaybetmiş oldu.

Hasan Kundakçı Paşamıza gelince…

Söylenecek o kadar çok söz var ki…

96’da, 74 sonrasının en sıkıntılı döneminde, Rum tarafının sınırlarda tahrikleri iyice azıttığı, çatışma ortamını adeta körüklediği, sivil giyimli Rumların av ayaklarıyla zaman zaman ara bölge ve sınır ihlali yaparak bizim askerleri hedef alarak özel doldurulmuş ve menzili uzatılmış fişeklerle ateş ettiği, PKK’nın Rum tarafında fink attığı, sınırlarda sürekli keşif yaptığı bir dönemde  çavuş olarak askerdeydim ve tüm sınır hattının en uç ve en sıkıntılı noktasında, tamamen yabancısı olduğum bir bölgede, spor, fotoğrafçılık, atıcılık, resim çizme, yabancı dil konularında bazı meziyetlerimden dolayı tepe komutanlığı görevi tereddüt gösterilmeden bana verilmişti.

İlk 24 saat neyle karşı karşıya olduğumu anlamam için yetti de arttı bile.

Normal şartlarda bizimkisi gibi bir ortamda bir çavuş en fazla bölük komutanıyla, bilemedin tabur komutanıyla, nadiren de alay komutanıyla irtibatta olur.

Ama yaşadığımız dönem Türkiye ile Yunanistan’ın sıcak savaşın eşiğine geldiği, Kardak krizinin çıktığı, Rum tarafının ve Yunanistan’ın tıpkı bugünkü gibi Türkiye karşıtı terörü aleni şekilde desteklediği bir dönemdi,  bulunduğumuz mevki de tamamen sıradışı bir mevkiydi, adanın doğu bölgesini ve Trodos dağlarının eteklerini ta doğudan batıya kadar gören, tüm adanın da nerdeyse yarısını 360 derece gözlemleyebileceğimiz bir bölgeydi.

Emniyet açısından da “dört dönüm bostan, yan gel yat Osman” yeri değildi, bu bostanda karpuz değil, dört bir tarafında tamamen zehirli, soktu mu öldürecek cinsinden iki ayaklı bitkiler yetişiyordu, olmadık yerden de çıkıyorlardı.

İlk iş olarak önce karşımdaki bölgeyi milim milim inceledim, nerede hangi tür tehdit var, nerede hangi tür tehdit olabilir, olası bir sıcak çatışma durumunda havadan ve karadan nasıl bir saldırıyla karşı karşıya kalabiliriz, bu saldırılara karşı da elimizdeki mevcut adam ve silahlar ile nasıl bir savunma tertibatı alıp, en az bir saat nasıl dayanabiliriz, ekip olarak en başarılı şaşırt-savun-vur-kaç taktiğini nasıl uygulayabiliriz, bu arada da arkamızdakilere toparlanmaları için nasıl zaman kazandırabiliriz diye kafa yordum. 

Olası bir çatışma durumunda geriden destek almamızın nerdeyse imkansız olduğunu, taktiksel olsa bile geri çekilmek diye bir şansımızın olmadığını,  tek yapabileceğimizin elimizdeki imkanlarla kendimizi savunabileceğimiz kadar savunmak, arkadakilere zaman kazandırmak ve postumuzu olabildiğince pahalıya satmak olduğunu kabullendim, hesaplarımı ona göre yaptım.

Adanın nerdeyse yarısının görülebileceği, ileri gözetleyicilik bakımından en önemli bir noktanın olası bir sıcak çatışma durumunda safdışı bırakılmasının elzem olduğu, çatışmada havadan ve karadan ilk ve en şiddetli şekilde vurulan nokta olacağını ve ileri gözetleyicilik pozisyonunun daha ilk aşamada yok edileceği gerçeklerinin bana başkası tarafından söylenmesine gerek yoktu, nitekim söylenmedi de, ama tam karşımızdaki ve doğumuzdaki bazı noktalara yerleştirilen farklı türdeki ağır silahlar yeterince mesaj veriyordu…

Nitekim, 96’nın yaz aylarında Rumlar iyice zıvanadan çıktılar, aşırı silahlanmayla birlikte sınırlarda da şiddetli tahrikler başgöstermeye başladı, biz de gece gündüz demeden yapılanları sürekli rapor edip, karargahı bilgilendirdik, artık aylarca sürecek bir gerginlik politikasının içine girdiğimizin farkında değildik, ama taa gelecek yıla kadar uzanacak uykusuz, aşırı stresli ve gergin günler ve geceler başlamıştı.

Bu dönemde, belki de Kolordu Komutanımız olan Hasan Kundakçı Paşa’nın sınır boyunda en sık ve çalakapı geldiği bölge ve nokta bizim bölge ve benim sorumluluğumdaki nokta oldu.

Bazen haber verip gelirdi, bazen de gece veya gündüz demeden habersiz gelirdi.

O yıl yaz aylarında ortalık darmadağın oldu, güneyden kuzeye geçerek Girne’ye bayrak dikmek isteyen motosikletli bir çapulcu sürüsüne Rum tarafındaki ayak takımı da katıldı, sınırlarda kavgalar gürültüler çıktı, Rum polislerinin bile Rum siyasiler tarafından kışkırtılan bu çapulcuları engellemek için ellerinden geleni yaptıklarına, hatta elektrikli coplarla Larnaka yolunun ortasında temiz bir dayak attıklarına bile şahit olduk, ama buna rağmen  binlerce Rumun Derinya’ya doluştuğu ve zıvanadan çıktığı bir anda ağzında esrarlı sigarasıyla bayrak direğine tırmanıp da Türk bayrağını indirmek isteyen serserinin biri Kundakçı Paşa’nın “indirin şu iti aşağıya” emri üzerine bizim emniyet güçlerimizden birinin atışıyla kulağının altından vuruldu ve o saniyenin yüzde biri kadarlı an Kıbrıs tarihinde yeni bir dönüm noktası oldu.

Emir muhtemelen direğe tırmanmaya çalışan serserinin vurularak öldürülmesine  yönelik değildi, Kundakçı Paşa silahsız birini bayrak direğine tırmanıyor olsa da öldürtecek zihniyet ve kişilikte birisi değildi,  ama tahriklerin ve sinirlerin iyice tavan yaptığı bir anda güvenlik görevlisi muhtemelen “yeter artık cehenneme kadar yolunuz var” deyip, doğrudan serserinin kafasına doğru ateş açtı ve onun açtığı ateşle birlikte ortalık daha da kızıştı, kimin kime ateş ettiğinin belli olmadığı bir ortamda silahlar anında cayırdadı, olaylar bir anda kontrolden çıktı, Rumlar çil yavrusu gibi dağılmaya başladı, açılan ateşle iki BG askeri de kalça ve bacaklarından vuruldu, ara bölgeye girip, sınıra kadar dayanan bazı Rumlar da yaralandı, sınırın gerisinde bekleyen bir kısım Türk de ara bölgeye girerek Rumlara saldırdı, ortalık iyice karıştı, durumun artık tamamen kontrolden çıkmak üzere olduğunu ve bu çatışmaların ardından topyekün bir savaşın an meselesi olduğunu ve bu savaşta ezilecek tarafın Rum tarafı olacağını farkeden BM var gücüyle devreye girdi, Rum tarafının kulağı çekildi, olaylar biraz yatıştı.

Ancak sınırlarda gerginlik ve tahrikler devam etti, bir süre sonra, ki bu olay Kundakçı Paşanın görevini devredip, adadan ayrılmasından kısa bir süre sonra oldu,  bir gece bizim doğumuzdaki bir birliğin sınırdaki nöbet kulübesine baskın düzenlenerek bir asker öldürüldü, diğeri de ağır yaralandı.

Her ikisi de düpedüz acımasızca kurşuna dizilmiş, üzerlerine birer şarjör mermi boşaltılmıştı. 

Bu olayın Rumlar tarafından intikam amacıyla düzenlendiği iddia edilmiş ama ben şahsen saldırının Doğrudan Rumlar tarafından değil, o sıralarda sürekli sınırda gözlem yapan, girecek açık bir delik arayan, Rumların kuklası olduğundan zerre kadar şüphe duymadığım ve Türk askerine karşı tetik çekmekte tereddüt etmeyeceği kesin olan besleme, ithal tetikçi teröristler tarafından Rum tarafının yol vermesiyle yapıldığını düşünüyordum, hala da aynı düşüncedeyim.

Saldırı Rum askerleri tarafından yapılmış olsaydı ve saldıranlar hasbelkader öldüreyim derken karşı ateşle öldürülmüş olsalardı, Rum tarafı hiçbir hal ve şartta bunun hesabını veremezdi…Ancak, Rum tarafından gelip de Türk askerini öldüreyim derken kendisi öldürülen bir tetikçi veya tetikçiler için Rum tarafı suçlanamazdı, Rum tarafı anında suçlamayı reddeder, bizim haberimiz yoktur, provokasyon amaçlı yapıldı, bizi bağlamaz, cezasını zaten siz verdiniz deyip, işin içinden çıkardı.

Bu düşüncemi üst düzeydeki komutanlarımıza da açıklamıştım ve hepsi de bunu ciddi bir olasılık olarak değerlendirmişlerdi.

Bu olaydan sonra iki taraf arasındaki gerginlik hat safhaya ulaşmış, bütün sınır boyunda tedbirler artırılmış, benim bölgemde baskına uğraması veya yakın mesafeden vur-kaç taktiğiyle taciz edilmesi muhtemel bazı askeri noktalar boşaltılmış, boşaltılan noktaların da sorumluluğu bana verilmişti.

74den sonraki en sıcak yazın o deli günlerinden birinde, sınır tahriklerinde başrolü oynayan, uyuşturucu tüccarlığı da yapan ve muhtemelen uyuşturucu müptelası da olan zırdeli Rum milletvekili Marios Matsakis, eline dürbünlü bir keskin nişancı tüfeği alıp ara bölgeye girmiş, karşımıza dikilmişti, arkasında onu koruyup kollamak amacıyla hazırda bekleyen Rum askerleri de büyük bir akılsızlık yapıp, onun karşısına dikilen ve kendisini tüfeği bize çevirmemesi ve ara bölgenin dışına çıkması için bağırarak uyaran bana nişan almışlardı.

Matsakis uyarıyı dinlememiş, elindeki silahı bana doğru kaldırmaya çalıştığı anda ben de hemen kendisine nişan almış ve ilk hareketinde kendisini vuracağımı söylemiştim.

Kendini alemin akıllısı ve erkeği sanan Matsakis ve Rum askerlerinin farkında olmadıkları şey, bir kelimeyle vereceğim emirle görmedikleri makineli tüfeklerden ve keskin nişancı tüfeklerinden açılacak yoğun bir çapraz ateşle hepsinin de bir anda biçileceği, ortada ne Matsakis ne de Rum askeri kalacağıydı.

Ama benim sert uyarılarımdan ve tam aramızda kalan bir noktada sürekli kendisine bağıran bir BG askerinin uyarılarından etkilenen Matsakis işin ciddiyetini anlayınca silahın namlusunu sol koluna almış, vücuduna yatay pozisyona getirmişti, o saniyelerde de diğer Macar BG askerleri olay yerine yetişmiş ve Matsakis’i ara bölgenin dışına kovalamıştı.

O sırada vurulmaktan ve adayı bir krize sürüklemekten kılpayı kurtulan Matsakis delisi kısa süre sonra Derinya’daki olaylarda başgöstermiş, birkaç yıl sonra bulunduğumuz bölgenin güneyindeki bir noktada, ara bölgeyi ihlal ederek sınırımıza girmiş, sınır boyunda nöbetçisiz bir bölgede asılı olan bayrağımızı çalmış ve bir başka krize neden olmuştu. 

Bu süreçte Kundakçı Paşamız etrafı kolaçan etmek için habersiz bir ziyaret gerçekleştirdi, sürekli tahriklerin yaşandığı o günlerde bir hafta sonu akşam üzeri gün batarken sıradan, basit, flamasız bir askeri araçla dosdoğru yanımıza çıktı, gerginliğin sürekli tırmandığı bir zamanda karargahta oturmuyor, sınır boyunda kontrol yapıyordu, aslında o sırada amacı kilit nokta olan bizim bölgedeki durumu doğrudan benim ağzımdan dinlemekti.  

Kendisini genel durum hakkında bilgilendirdikten sonra “Bu noktada bütün sınır boyunun en önemli görevini yapıyorsunuz, olası büyük bir çatışma durumunda geriden destek almanız biraz zor olur, zaman alır, burayı en iyi sen biliyorsun, her durumda neyi nasıl uygun görüyorsan öyle yap, emir komuta sendedir. Ağlarsa sizin değil belasını arayanın anası ağlasın” demiş ve bulunduğumuz mevkiyi savunma konusundaki düşüncemi sormuştu.  

Bunun üzerine kendisine nerelerden hangi tür silahlarla saldırılar beklediğimi, bu saldırılara karşı bir avuç adamla, birkaç dakikalık bir hazırlıkla, olabildiğince güçlü ve en az bir kilometrelik bir alanı kapsayacak şekilde bir savunmayı nasıl yapmayı planladığımı anlattım, üzerimize sayıca yirmi kat daha güçlü bir düşman karadan saldırsa da, karadan zırhlı araçlarla, havadan helikopterlerle bile gelseler de, sahip olduğumuz mevzileri çapraz korumayla savunabileceğimizi, arkamızdan dolanmayı başarsalar bile her yönden onları en az bir saat durdurmayı başarabileceğimizi ve çevremizde olan biteni geriye bildirebileceğimizi, ama uçak saldırısının da dahil olduğu çok şiddetli bir saldırı karşısında çaresiz kalacağımız, diğer türlü en fazla bir, bilemedin iki saat dayandıktan sonra da cephanemizin biteceğini,  eğer destek gelmezse ve irtibatın kesilmesi durumunda,  o andan itibaren artık ölmüş olduğumuzun, mevzilerimizin düştüğünün, hiçbir hal ve şartta teslim de olunmadığının varsayılması gerektiğini söyledim.

Kendisine, 74’de Rumların canlı ele geçirdikleri mücahitleri ve askerleri nasıl bir vahşetle parçalayarak ve canlı canlı yakarak öldürdüklerini, daha ufacık bir çocukken beni ve ailemi nasıl yaylım ateşine tuttuklarını askerlerime anlattığımı ve herhangi bir durumda teslim olmayı asla düşünmemelerini, çatışma durumunda ölene kadar savaşmalarını askerlerime tembihlediğimi de söyledim.

Benim savunma planımı ve söylediklerimi dikkatle dinledikten sonra yüzünde bir gülümsemeyle bana döndü ve kolumu tutarak sıktı, tek bir kelime etmedi ama bir babanın bir oğula bakar gibi bakan gözleri o birkaç saniyede çok şey söyledi.

Matsakis delisinin bir daha aynı şekilde tahrik yapması ve elinde silahla ara bölgeyi ihlal etmesi durumunda bu kez uyarı filan yapılmadan gereğinin yapılmasını da emretti, bu emri de BG aracılığıyla Rum tarafına ilettik, ara bölgeye silahlı ve tahrik amaçlı giren kim olursa olsun tereddütsüz vuracağımızı ve sorumluluğun da buna müsade eden Rum tarafında olacağını söyledik.

Matsakis bir daha bizim tarafta ortalıkta görünmedi, rotasını değiştirdi, ama daha sonrasında tahrikler aylarca bitmedi, akıl almaz bir şekilde farklı farklı zamanlarda farklı farklı yöntemlerle şanslarını yine denediler, yine çuvalladılar, en sonunda da sert bir BM protestosuyla hızlarını kestiler.

Matsakis serserisinin tahriğinden kısa süre sonra, Derinya olayları yaşanmadan kısa bir süre önce, yine bir hafta sonu ve gecenin bir vakti şifreli bir telefonla önemli birinin geleceği haberi geldi, topu topu bir dakikada emrimdeki adamlar tüm silahlarıyla görev yerlerine gitmek üzere hazırdılar, beş dakikada da zifiri karanlıkta kaybolup, görev yerlerine ulaştılar, herkes emir bile almadan hangi durumda neyi nasıl yapacağını biliyordu.

Geceyarısını biraz geçe farları yanmayan bir araç araziye girdi ve bir süre sonra zifiri karanlıkta şöför yolda sadece kendisinin gördüğünde uyarı mesajını anlayabileceği işareti görünce aracı durdurdu.

O saatte olsa olsa Alay Komutanımızı veya Tümen Komutanını, en büyük ihtimalle GKK Komutanımızı filan bekliyordum ama gelen araçtaki Kundakçı Paşa ve bir misafiriydi, şöföre yoldaki işaretin ne olduğunu, niye durduğunu sormuş, şöför de ona “Komutanım Çavuş buralarda, bu bizim Çavuş’un dur işaretidir, şimdi gelir” demiş.

Nitekim işareti yoldan alıp, araca yaklaşıp içini kontrol ettiğimde karşımda Kundakçı Paşa’yı görünce şaşırdım, alçak sesle selamlaştık, yolun açık ve emniyette olduğunu söyledikten sonra gittiler, ben de bir süre sonra arkalarından çevreyi kolaçan ederek gittikleri noktaya kadar çıktım.

Kundakçı Paşa’nın yanında gelen misafir daha da üst düzeydeydi, en ön saftaki noktada sadece iki adamın mevcut olduğunu görünce şaşırdı, şaşkınlığını gizlemedi ve bu kadar önemli ve çepeçevre sarılmış bir bölgede, bu kadar sıkıntılı bir zamanda burada sadece bir çavuş ve iki adam mı var diye soruverdi.

Kendisine , gerisi olması gereken yerlerde, bütün çevre kontrol altında, bir emniyet çemberinin tam ortasındayız, siz tam ortasından geçerek geldiniz, birisi şüpheli birşey yapmaya kalkışırsa anında sorgusuz sualsiz indiririz dedim.

Kundakçı Paşa’ya dönerek, şimdi neden gideceğimiz yerde yanımıza güvenlik almamıza gerek yok dediğini anladım dedi.

Kundakçı Paşa’nın cevabı da bizim hem askerlik hem de insanlık onurumuzu okşadı; “Komutanım böyle mücahitlerin olduğu yerde insanın korumaya filan ihtiyacı yoktur, şu anda tüm sınır hattında en sıkı korunan noktadayız, burada değil kuş, sinek bile uçamaz.” deyiverdi.

Kısa bir bilgilendirme konuşmasından sonra ben kendilerinden izin isteyip, dönecekleri yolu tekrar kontrol etmek üzere araziye indim, çaylarını içip, gidişimden on dakika sonra hareketlenmelerinin uygun olacağını ifade ettim, tam olarak dediğimi yaptılar.

Daha sonraları kah kimseye haber vermeden, kah emrindekilerle bulunduğumuz noktaya defalarca gelip, teftiş yaptı, hal hatır sordu, durum tespiti yaptı.

Kundakçı Paşa, nam-ı diğer Tamburalı Paşa askerine tam olarak güvenip, yeri geldiğinde emir-komuta veya ast-üst ilişkisini doğrudan gözardı ederek, ama asla otoriteyi de elden bırakmayarak, en alt düzeydeki komutaya sahip askeriyle bile tam bir uyum içinde çalışan, duruma ve duyduğu güvene göre iletişim hattını açık tutan, sahadaki askerinin tavsiyesine uymakta tereddüt göstermeyen, askerine saygısını, sevgisini ve duyduğu güveni hissettiren, varlığıyla da cesaret ve güven veren bir komutandı.

Kıbrıs Türk tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin terörle mücadele tarihinde unutulmaz izler bıraktı, liderliğiyle, başarı hikayesiyle, kendisinden sonra gelen komutanlara da yol gösterici oldu.

Ümit Hassan Hoca ve Hasan Kundakçı Paşa gibi adamlar dev aynasında devleşmeyi marifet sayan cücelerden, kıytırıktan çakma hocalardan, kıytırıktan çakma askerlerden değillerdi, yaptıklarıyla, eserleriyle, adamlıklarıyla, yürekleriyle, cesaretleriyle devleşen, çevrelerine güven veren adamlardandı.

Her ikisi de artık tarihin sayfalarındadırlar; biri akademik dünyanın ve eğitim tarihinin altın sayfalarında yerini aldı, diğeri hem askerlik tarihinin hem de Türk milletinin tarihinin altın sayfalarına yerini aldı.

Cüceler dev aynasında büyümeye çalışırken büyük adamları tarih daha da devleştirir…

Diğer Haberler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu