Ediz TuncelKöşe Yazıları

Ediz Tuncel: Emperyalizm ve din sömürüsü “kardeşliğinin” son yüz yılı…

Emperyalizm ve din sömürüsü “kardeşliğinin” son yüz yılı…

Son 300 yıllık ve bilhassa son 120 yıllık tarihe baktığımızda, karşımıza emperyalizm ve din sömürgeni kuklalarının net bir manzarası ve dünyayı içine çektikleri ateş çemberi çıkar.

Son 300 yılda, özellikle Afrika, Ortadoğu ve Asya coğrafyaları başta İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Portekiz ve İspanya olmak üzere, dönemin en güçlü emperyalist devletleri tarafından sömürülürken, sömürenlerin en gözde taktiği sömürdükleri ülkelerdeki zırcahillerin liderlerini kukla gibi kullanmak ve onlara “biz olmazsak siz bitersiniz, mahvolursunuz” temelinde şekillenen öğretilmiş çaresizliği de aşılamaktı.

Dünya ilk küresel emperyalizm savaşıyla 1914’de tanışırken bir yanda Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son kalıntıları, diğer yanda ise İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya ve dünya emperyalizm sahnesine yeni yeni girmekte olan Amerika vardı.

Almanya sıkıya girince, çareyi hedef coğrafyalarda din sömürüsünde buldu ve Osmanlı’nın halifelik makamından faydalanarak, halifelik makamına bağlı müslümanları rakiplerine karşı harekete geçirmeye çalıştı.

Ta İstanbul’dan Afganistan’a, Kuzey Afrika bölgelerine ve Ortadoğu bölgelerine yayılan bir casuslar savaşı başladı, bu casuslar savaşı başlıca olarak Alman casuslar ve İngiliz casuslar arasında geçti ve casuslar arasında Oskarlık filmlere taş çıkartan bir mücadele yaşandı.

Hedef coğrafyalardaki dini liderler parayı daha fazla bastırana, kendilerine daha fazla avanta sağlayana, kendilerine daha fazla dini destek sağlayana, kendilerini daha fazla yüceltene kendilerini pazarladılar, desteklerini sattılar, neticede ise Almanların girişimleri başarısız oldu, İngilizler bu konuda bir adım öne geçti.

Savaş sonunda Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyası yeniden şekillendi, Almanların yanında olan tek devlet olan Osmanlı da nasibini Sevr’den aldı, paramparça edildi.

Padişah ve destekçileri de çareyi İngilizlere yanaşmakta, hatta bir kesim de Amerikan mandasını kabullenmekte buldu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son kırıntılarına ve Ortadoğu bölgesine akbaba gibi çökmüş olan İngilizler padişahın kim olduğuyla, ne olduğuyla ilgilenmiyordu, onların tek gaylesi halifelik makamını kullanarak ellerinin uzanabildiği her yerde din sömürüsü yapmak, hedef bölgelerde din sömürüsü yöntemiyle emperyalist amaçlarına olabildiğince ulaşmaya çalışmaktı.

Bu yöntemleri çok işe yaradı, Mısır dahil, Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinde Osmanlı’nın dallarını budadılar, Fransa ve İtalya ile birlikte nerdeyse Ortadoğu’nun tamamını ve Kuzey Afrika’yı bölüştüler, emellerine ulaşırken son Osmanlı padişahı Vahdettin’in halifelik makamını da bir aracı olarak kullandılar.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda sadece yeni dünya haritası oluşmamış, aynı zamanda özellikle müslüman coğrafyalardaki din sömürüsünün paha biçilemez avantajı da ortaya çıkmıştı, ki bu avantajı gören Amerika, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yeşil Kuşak projesini yaratacak ve emperyalist emellerine karşı bir direniş gördüğü Aftanistan’tan Ortadoğu’ya, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya, Kuzey Afrika’dan Türkiye’ye kadar tüm coğrafyalarda bu projeyi uygulamaya sokacaktı, bu proje ile özellikle Rusya’yı ve Atatürk Türkiyesi’ni hedef alacaktı.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda ortaya çıkan bu manzara, özellikle savaştan istediğini alamadan çıkan ve dünyayı ele geçirmek için yeni baştan hazırlıklarına başlayan Almanya’yı, daha doğrusu Nazi Almanyası’nı, farklı taktikler geliştirmeye yöneltti.

Ta 3300 yıl öncesine, Mısır’ın II. Ramses tarafından yönetildiği o muhteşem antik dönemden beri temelleri atılan ve Roma dönemi dahil, M.Ö. 8. yüzyıla kadar iyi kötü kullanılabilen ve Kızıl Deniz ile Akdeniz’i bağlayan, sonra da doğal şartlar ve bakımsızlık yüzünden kullanım dışı kalarak kumullarla örtülen Süveyş Kanalı’nın Osmanlı sarayı ikna edilerek bir Fransız firması tarafından yeni baştan inşa edilmesi neticesinde Kanal 1869 yılında tekrar açıldı.

Bu konu İngilizlerin fena halde canını sıktı, çünkü Hint Okyanusu ile Akdeniz’i bağlayan bir su yolunun Fransız egemenliğinde olması demek, Asya-Avrupa arasındaki deniz ticaretinin, dolayısıyla da o dönemin en büyük ticaret yolunun Fransız kontrolüne geçmesi ve her yıl milyarlarca sterlin ticari kayıp demekti, dahası, Fransa’nın bütün Asya, Afrika ve Avrupa coğrafyasında daha da güçlenmesi demekti.

İngilizler bu durumu hazmetmediler ve bilindik entrikalarıyla 1878’de önce Kıbrıs’ı Osmanlı’dan kopardılar ve Süveyş Kanalı’nın tam karşısında duran, ayrıca Doğu Akdeniz’in de en önemli bir üssü ele geçirdiler, sonra da 1882’de Mısır’ı askeri güçle işgal ettiler ve Kanal’ın kontrolünü de ele geçirdiler.

Artık İngilizler’in Asya ticaret yollarının ta Afrika’nın altında dolanıp Avrupa’ya ulaşması için aylarca sürecek deniz yollarına ihtiyacı yoktu, üç ay süren gemi seyahatleri Kanal sayesinde on kat kısalmış ve daha tehlikesiz hale gelmişti.

Ancak İngiltere Mısır’ı işgal ettiğinde Mısır’ın Osmanlı sarayı ile olan halifelik bağlarını koparmadı, sıkı sıkıya kolladı, Mısır’ın kontrolünü hem Osmanlı sarayından idare etti, hem de Kahire’den idare etti, Mısır’ın herşeyine sahip çıkarken dinine dokunmadı, korudu, kolladı, kendi çıkarları doğrultusunda kullandı.

Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı sarayı İngilizleri Kanal bölgesinden atmak ve Kahire’nin kontrolünü yeniden ele geçirmek için Almanların desteğiyle iki askeri harekat düzenledi ama her ikisinde de başarısız oldu.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra ise Mısır’da sahneye yeni bir dini oluşum, daha net söylemek gerekirse, yeni bir tarikat çıktı; Müslüman Kardeşler…

Dikkatinizi çekerim, bu tarikat koskoca Doğu Akdeniz coğrafyasında bula bula Mısır’da çıktı, o dönemde Doğu Akdeniz coğrafyasının jeopolitik konum olarak Türkiye’den sonra en önemli ikinci ülkesinde!!!

Kurucusu Mısırlı bir öğretmen ve imam olan Hassan Al-Banna idi ve örgütün kuruluş yılı 1928 yılı idi…

Nazi Almanyası’nın tam da güçlenmeye ve Birinci Dünya Savaşı neticesinde yarım kalan emperyalist hedeflerine odaklanmaya başladığı yıl…

Ve İngilizler de güya bu oluşumun başlamasına göz yumdular…

Aslında tüm batılı ve işi bilen emperyalistlerin ortak bir noktası vardır,  dost şeytanı yaratmak ve dost şeytanı düşman şeytan ile kapıştırmak, duruma göre son kullanım tarihi geldiğinde dost şeytanı da düşman şeytan sandalyesine oturtup, gerektiği şekilde hesabını görmek…Şeytan nasılsa şeytan, dost mu düşman mı olduğunun önemi emperyalist çıkarlara nasıl hizmet ettiğine göre değişiyor, durum ve taktik bu kadar basit…

Müslüman Kardeşler tarikatının üyeleri iki yıl gibi kısa sürede yüzbinlere ulaştı, sistematik yapısı olan bir örgüte dönüştü…

Sıradan bir öğretmen ve imamın bu kadar kısa süre içinde böylesine karmaşık ve güçlü bir örgüt kurması imkan ve ihtimal dışıydı, bunun için işi iyi bilen, bağlantıları sağlayan, parayı bastıran, yolu yordamı gösteren profesyonel akıl hocaları gerekiyordu…

E, bildiniz, bu işi Almanya, yani 3. Reich, Nazi Almanyası kotarıyordu, ilerisi için ön hazırlık yapıyordu.

İngilizler de dini oluşumları kendi çıkarları doğrultusunda kullandıkları için örgüte kancayı atmışlar ve yakın takipte tutuyorlardı, lider olarak görünen Hassan Al-Banna’nın kafasını koparmıyorlardı, nasılsa kontrol altındaydı, kafasını koparmaları durumunda kontrolünü elden kaçırabilecekleri başka bir alternatif istemiyorlardı…

Mısır o dönemde tam bir Alman ve İngiliz casuslar savaşına sahne oldu, nasılsa Mısır’a hakim olan Asya-Akdeniz ticaret yollarını ele geçirmiş olacak, ayrıca tüm Afrika’ya açılan kapı olan Kuzey Afrika da adım adım o gücün kontrolüne girecekti.

Dikkatle incelendiğinde, Müslüman Kardeşler’in kuruluş ve yapısal ideolojisi nerdeyse birebir Nazi Almanyası’nın hedefleri ile örtüşüyordu.

Al-Banna’nın deyişiyle, “İslam’ın doğası egemen olmaktır, egemenlik altına girmek değildir; İslami kuralları tüm dünya milletler üzerinde kabul ettirmek ve gücünü tüm dünyaya yaymaktır…”

Birinci Dünya Savaşı sırasında Ortadoğu’dan Afganistan’a, Kuzey Afrika’ya kadar uzanan casuslar savaşından nasibini ve dersini alan Nazi Almanyası o güne kadar, Osmanlı sarayı hariç, kimselere sağlamadığı imkanı Müslüman Kardeşlere sağladı ve bu ilişki bir çıkar ilişkisinin çok ötesine geçti…

Müslüman Kardeşler örgütü örnek ve destek aldıkları Nazilerin tarzına paralel bir ideoloji geliştirdiler;

Her iki ideoloji de dünyayı fethetmeyi ve dünya üzerinde merkezi otorite kendisi olan bir egemenlik kurmayı hedefledi.

Her ikisi de kendilerini herkesten ve herşeyden üstün gördüler, Müslüman Kardeşlerin müslümanlığı öteki müslümanlardan üstündü ve bütün müslümanlar ve dünya bu örgütün egemenliği altında toplanmalıydı, Nazi Almanyası ise kendisini aynı şekilde dünyanın en büyük ve önemli gücü olarak görüyordu ve dünya egemenliğine soyunuyordu…

Her ikisi de aşırı derecede Yahudi düşmanıydı ve Yahudilerin yeryüzünden silinmesi gerektiğine inanıyordu.

Her ikisi de liderin gücüne inanıyordu, liderin toplumda mutlak güç pozisyonunda olması gerektiğine inanıyordu, gerisinin ise lidere sorgusuz sualsiz itaatına inanıyordu (Müslüman Kardeşler 2012’de iktidarı kılpayı ele geçirdiklerinde hemen Mısır’da islami bir darbe yapmaya ve mutlak gücü ele herşeyin ve herkesin üzerinde ele geçirmeye kalkışmışlar ama çuvallamışlardı, ilerde bu konuyu tekrar açacağız).

Her ikisi de ulusötesi bir topluluk lehine ulus-devletin tasfiyesine inanıyor ve tek dinin ve tek ırkın (Aryan veya Semitizm’den tamamen arınmış Müslüman) hakimiyetine ve varlığına da inandıkları için sözde anti-milliyetçi ve Nazi sosyalizminin temellendiği anlayış üzerinden bir politika güdüyorlardı ama bu politika tersten bakıldığında yine buram buram faşist-milliyetçi, ortak noktasında da Yahudi düşmanı bir oluşumu temsil ediyordu.

Bu bağlamda, Hitler’in Mein Kampf (Kavgam) adlı eseri, ki Yahudilere karşı bir nefret söylemi de içerir, Müslüman Kardeşlerin destekçisi bazı aşırı milliyetçi Araplar tarafından Arapçaya “Benim Cihadım” adı altında çevrilme girişimleri yapılmış, çeviriler Hitler’in Propaganda Bakanlığı tarafından pek beğenilmemiş olsa da, günün sonunda Hitler’in Kavgam adlı kitabı milliyetçi ve Yahudi düşmanı Arap dünyanın fikir noktalarından biri haline gelmiştir.  

Yine bu doğrultuda, Müslüman Kardeşler ile doğrudan bağı olan ve aynı zamanda Kudüs Başmüftüsü ve Filistin Yüksek Müslüman Konseyi Başkanı da olan Hacı Muhammed Efendi Amin El-Hüseyni, tarifsiz derecede bir Nazi ve Hitler hayranıydı ve Nazi rejimi ile Müslüman Kardeşler örgütünün arasındaki kilit bağlardan bir tanesi, belki de en önemlisiydi.

21 Kasım 1941’de Berlin’de Heinrich Himmler tarafından karşılanan bu zat, dinden ve din adamlarından nefret eden, onları insan yerine koymayan Hitler tarafından çok sıcak bir şekilde ağırlandı ve Hitler’den Filistin ve Ortadoğu bölgesine bir tek Yahudi’nin bile geçmesine izin verilmemesini bizzat istedi, Hitler Almanyası ve Faşist İtalya ile Müslüman Kardeşlerin sıkı işbirliğinin daha da geliştirilmesi talebinde bulundu.

Hitler Almanyası Müslüman Kardeşleri resmen tanımadı ama Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesindeki İngilizlere ve Fransızlara karşı yarattığı ve edindiği bu örgütle ilişki ve işbirliğini en yüksek seviyede tuttu, siyasi ve askeri ittifakları hızla gelişti, üst düzey resmi devlet ziyaretleri artırıldı, karşılıklı temsilciler atandı, temsilcilikler açıldı, Müslüman Kardeşler Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun en güçlü radikal islamcı örgütü olarak yükselirken Nazi Almanyası ile aralarındaki ittifak da ortak çıkarlar gereği iyice güçlendi. 

Kişisel ve örgütsel çıkarlar açık ve seçik şekilde Yaratan’ın yarattığı herşeye karşı sevgi ve saygı gösterilmesi gerektiği tezinin çok ötesindeydi.

Ancak Hitler Almanyası birkaç yıl sonra savaşta tepetaklak giderken Müslüman Kardeşler için de dengeler değişecekti.

Savaş sonrasında sıkı Yahudi düşmanı ve Nazi işbirlikçisi Hacı Muhammed Efendi Amin El-Hüseyni işlediği savaş suçları nedeniyle köşeye sıkıştı ama paçayı sıyırdı, önce Fransız koruması altına alındı, sonra Kahire’ye kaçırıldı ve bir süre burada Müslüman Kardeşler tarafından saklandı.

Fransız korumasına alınmasının sebebi; Bu tip kuklalar son kullanım tarihleri gelene kadar “kullanıcılar”” tarafından korunup kollanırlar, yeri geldiğinde piyasaya sürülürler, işleri bitince de ortadan kaldırılırlar.

Birkaç yıl pasif kaldıktan sonra tekrardan uykudan uyandı ve milliyetçi Arap akımlarında aktif olmaya çalıştı, ancak başarılı olamadı ve muhtemelen Fransızlarla istihbarati işbirliği devam ettiğinden işlediği suçlardan dolayı hiçbir ciddi kovuşturmaya uğramadan yaşlılıktan hayatını kaybetti.

Müslüman Kardeşlerin sözde kurucusu Hassan Al-Banna ise paçayı o kadar kolay sıyıramadı, Nazi Almanyası ile sıkı fıkı olmanın bedelini hayatıyla ödedi, 12 Şubat 1949’da Kral Faruk iktidarının bir bakanıyla görüşmek üzere bakanlığa çağrıldı, görüşme hiç gerçekleşmedi, beklemekten usanıp da binadan dışarı çıktığı anda sokakta suikaste uğradı ve vurularak öldürüldü.

Cesedinin olduğu tabut Kral Faruk iktidarı tarafından kadınlar taşıttırıldı, özellikle de Müslüman Kardeşler müritlerinin tabutuna el sürmesine izin verilmedi, kadınlara sadece bir kıpti (Mısırlı Hristiyan) olan Makram Ebeid eşlik etti, böylece Al-Banna’nın ölüsü de olabildiğince aşağılandı.

Ancak Kardeşlik dağılmadı, varlığını devam ettirdi, batı emperyalizmi varlığının devam etmesi için her türlü zemini hazırladı, 1950’lerde devreye giren Amerikan Yeşil Kuşak projesi bağlamında Amerikan desteği ve CIA bağlantısı özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Kardeşlik üzerinde etkisini şiddetli şekilde hissettirdi, Rusya’ya yakın duran milliyetçi Nasır iktidarı mensuplarına suikastler birbirini kovaladı,  hatta CIA  destekli olarak Mısır devlet başkanı Cemal Abdül Nasır’a karşı da  suikast girişiminde bulundu, başarılı olamadılar, örgütün bazı ileri gelenleri Mısır hükümeti tarafından idam edildiler. 

Örgüt eylemlerini sonlandırmadı, özellikle Batı ve Amerikan emperyalizmi karşıtı olsalar da Mısır ve İsrail gibi düşmanları arasında bir denge unsuru kurmaya çalışan, Mısır’ı radikal islamcı terörizmden uzak tutmaya çalışan liderlere ve bu doğrultuda politika güden siyasi figürlere karşı saldırılarına devam ettiler, ordunun içine de sızdılar, nitekim 6 Ekim 1981 tarihinde Mısır’ın Zafer Geçit Töreni sırasında tören birliklerinin arasına karışan ve başlarında Kardeşliğin bağlantılarından olan Mısır İslami Cihad hareketinin üyelerinden üsteğmen Halid el-İslambuli’nin olduğu birkaç örgüt mensubu subay ve astsubay, Enver Sedat ve diğer töreni izleyen üst düzey siyasilerin olduğu izleyici locasına doğru el bombaları ve otomatik silahlarla saldırıya geçmiş ve Enver Sedat’ı katletmiştir.

Enver Sedat’ı sözde katletme sebepleri, Sedat’ın İsrail ile Amerika’nın nezaretinde bir barış anlaşması imzalamasıydı.

Sedat, bu anlaşmayla başta Amerikan emperyalizminin ülkedeki etkisini kırmayı,  özellikle de Müslüman Kardeşler örgütünü ve uzantısı diğer örgütleri kullanarak ülkenin içini sürekli karıştıran dış mihrakları olabildiğince ülkede etkisiz kılmayı, ülkeyi din ve din sömürüsü baskısından kurtarmayı ve olabildiğince daha modern ve komşularıyla barış içinde yaşayan bir Mısır yaratmayı amaçlıyordu, ayrıca, Rusya ile de iyi ilişkiler de geliştiriyordu.

Radikal İslam’ın düşmanı olan bu politikalar Enver Sedat’ın sonunu getirdi.

Enver Sedat’ın yerine geçen Hüsnü Mübarek de Sedat’ı katleden İslambuli’nin küçük kardeşi Muhammed Şevki el-İslambuli tarafından 22 Haziran 1995’de bir suikastle öldürülmeye çalışıldı.

Sedat’ı katleden İslambuli’nin adı daha sonra Amerika tarafından yaratılan islami terör örgütleri tarafından ilahlaştırıldı, askeri birimlerine İslambuli adı verildi, hatta iktidara geldikten sonra İran’ın canına okuyan, radikal islami rejim karşıtı olduğunu düşündüğü onbinlerce insanı kısa süre içinde katleden, ülkesini Irak ile sonuçsuz bir savaşa sokarak milyonlarca insanın telef olmasına neden olan, yarattığı islami diktatörlük rejimi 40 yıl sonra bugün bile İran’ı dertten derde sokan Humeyni tarafından bile şehit ilan edildi.

İşin ilginç tarafı, emperyalistlerin işlerine gelmeyen herkesi katletmekte tetikçi olarak kullandıkları zırcahil piyonların isimleri yine emperyalistler tarafından yaratılan zırcahil ve fanatiklerin oluşturduğu islami terör örgütleri ve liderleri tarafından ilahlaştırılmasıdır.

Aradan yıllar geçti, nihayetinde 2012’de Müslüman Kardeşler Özgürlük ve Adalet Partisi adı altında Mısır’da iktidarı ucu ucuna ele geçirdi, Kardeşliğin en güçlü adamı Muhammed Mursi Cumhurbaşkalığı koltuğuna oturdu, parlamentonun gücünü sınırlamaya ve gücü kendi elinde toplamaya çalıştı, anayasayı kendi kafasına göre kendisine mutlak otoriter gücü verecek şekilde değiştirmeye çalıştı, kısacası koltuğa oturur oturmaz tüm Mısır’ı tıpkı İran’da Humeyni rejimi gibi kendi kafasına göre radikal bir islami diktatörlük haline getirmeye çalıştı, bu hedefine paralel olarak Mısır’daki ordu dahil tüm güvenlik güçlerine ve sivil örgütlere de ayar çekmeye çalıştı, kısacası bir yıldan daha kısa bir süre içinde Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler Mısır’da devletin her kademesinde tüm şiddetiyle bir islami darbe yapmaya kalkıştı ama işler ters tepti, Müslüman Kardeşler hem ılımlı Mısırlılarla hem de orduyla karşı karşıya geldiler, kan gövdeyi götürdü, ordu ılımlı muhalefetten yana bastırınca radikal islamcılar hükümetten kapı dışarı edildiler, rejim değişti, sonucunda ise Kardeşler terör örgütü olarak ilan edildiler.

Alaşağı edildikten sonra liderlerinin bir kısmı Türkiye, Almanya ve İngiltere gibi ülkelere kaçıp, faaliyetlerini oradan sürdürmeye başladılar.

İşin ilginç tarafı, anayasasına göre laik bir Cumhuriyet olan Türkiye’deki AKP iktidarı ve İran’daki radikal islamcı mollalar iktidarı, Mısır’a radikal islamcı ve merkeziyetçi bir rejim getireye çalışan Müslüman Kardeşlerin kapı dışarı edilmesini eşzamanlı olarak şiddetle protesto ettiler.

İran’ın kendi dümen suyuna yakın bir iktidarın Mısır’da egemenliği ele geçirmesini desteklemesi, İsrail’in Yahudi düşmanlığından beslenen İran molla rejimi ve radikal dinciliğin kıskacına düşen Mısır arasında çapraz ateşe alınması bakımından anlaşılırdır da, Türkiye’deki AKP iktidarına ne fayda getireceği anlaşılır değildir.

Nitekim, AKP iktidarı kendilerinden çok önce emperyalizmin uşağı olarak tarih sahnesine çıkmış bir radikal islami örgütün hangi tür şeytanlarla yatağa girdiğinden bihaber olsa gerek, kendini dinci ilan eden her emperyalist piyonuyla iyi ilişkiler içine girme gayreti sayesinde giderek daha fazla batağa saplanmaktadır, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek belayı Türkiye içine çekmektedir, kendi başına dert üstüne dert örmektedir.

Daha birkaç hafta önce, bir taraftan modern dünyamızda zırcehaletin yıkılmaz abidesi ve Amerikan icadı Taliban gelip Türkiye’de, Diyarbakır’da Alimler ve Medreseler Birliği konferansında Kürdistan’ı tanıdığını ilan ederken, diğer taraftan yine bu müthiş alimlik abidelerinden Erbil temsilcisi Ahmed Abdulvahab Pencwini laikliğe verip veriştirmiş, laikliği haçlı zihniyetinin ürünü ilan etmiştir.

Çok geçmeden de aynı yörede konuşan AKP’nin grupbaşkan vekili Mahir Ünal da Cumhuriyete ve Türkçemize verip veriştirmiş, Türkçe ve Cumhuriyet rejiminin toplumu bozduğunu, özbenliğinden uzaklaştırdığını ilan ediverdi…

Bütün bunlar olurken, Türkiye’deki muhalefet de laf ola birşeyler geveledi, kimse çıkıp da bu zihniyeti orta çağdaki islami zihniyetten bile çok daha gerilere çakılıp kalmış zırcahillerin Türkiye gibi emperyalizme karşı eşi benzeri görülmemiş bir kurtuluş savaşıyla kurulmuş bir ülkede ne işi var, varlıklarıyla bu ülkeyi kuran atalarımızın, şehitlerimizin manevi varlıklarını kirletmelerine nasıl izin veriliyor, Cumhuriyetin toprak bütünlüğü ve rejimini sorgulama haklarını bunlar kendilerinde nasıl buluyor diye sormadı, iş her dakika bir yenisi karşımıza çıkan onca saçmalık arasında eridi gitti…

Yine aynı şekilde, Cumhuriyete ve Türkçe’ye verip veriştiren AKP grupbaşkan vekili Mahir Ünal’a biri çıkıp da “be efendi, İngiliz’in İngilizcesi var, Alman’ın Almancası var, Fransız’ın Fransızcası var, İtalyan’ın İtalyancası var, İspanyol’un İspanyolcası var, Arap’ın Arapçası var, Rus’un Rusçası var, Türk’ün de Türkçesi var, bundan daha doğal ne var, üstelik de dünyanın en zengin dillerinden bir tanesi Türkçe’dir, senin derdin ne, kendi dilini konuşamayacak, kullanamayacak kadar akıl tutulmasına uğramışsan Türkçe’nin suçu nedir, beğenmiyorsan git hangi dili kullanmak istiyorsan o coğrafyada takıl, Cumhuriyeti de rahat bırak, bu Cumhuriyet dünya tarihinde dünyanın en güçlü emperyalistlerini dize getirerek kurulan yegane Cumhuriyet’tir, o olmasaydı bugün sen olmayacaktın, olsaydın bile adını, dinini, herşeyini Sevr’de doğduğun bölge kime verilmişse, o koyacaktı, bu kadar nankörlük yeter artık, kendini bu ülkeye ve değerlerine ait hissetmiyorsan, ait olduğun yere git, seni tutan yok” demedi, birbiri arkasına vuku bulan bu olay ve açıklamaların toplumun sinir uçlarıyla sistematik bir oynama, sistematik bir tahriğin ürünü olduğunu dile getirmedi…

 Neticede, Batı emperyalizminin 20. yüzyılda ilk ve en büyük tarikat-cemaat ürünü olan Müslüman Kardeşler ve Amerika’nın 1950’lerde başlayan Yeşil Kuşak projesinin sonucu olarak, daha sonraki yıllarda da başta Afganistan’da Taliban, Türkiye’de fetoşlar tayfası ve PKK olmak üzere, El Kaide, El Nusra, IŞİD, Hizbullah gibi sayısız islami terör örgütü yaratıldı ve hedef coğrafyalarda devreye sokuldu.

İşin ilginç tarafı, bugün tümü Amerikan emperyalist tezgahının ürünü veya bir şekilde güdümünde olan bütün bu islami terör örgütlerinin son 40 yılda tümünün topluca veya ayrı ayrı buluştuğu, mesken tuttuğu, ahkam kestiği nokta, Türkiye!!!

Hergün haberlere baktığınızda, başta PKK, IŞİD ve FETÖ olmak üzere, bunlara karşı yapılan operasyonları görürsünüz, ama arada, sanki çok eksik kalmışlar gibi, ülkeye doluşan sayısız Afgan göçmenin hemen ardından Afganistan Talibanının “alimleri” de gelip, Türkiye’ye Kürdistan ayarı çekiyorlar, sözde Kürdistan’ın alimleri de laikliğe ve Cumhuriyet’in değerlerine verip veriştiriyor, laikliği haçlı ve siyonizm icadı olarak tanımlıyorlar, laiklikle mücadele için medreselerin, mescitlerin, hutbelerin devreye sokulmasını öneriyorlar, AÇIK AÇIK TÜRKİYE İÇİNDEKİ HEDEF KİTLELERİNE MESAJ VERİYORLAR…

Hepsi tesadüf canım, tamamen tesadüf…

AKP-MHP iktidarı halen dindarlıktan medet umarken gerek içteki, gerekse dıştan ithal ve din sömürüsünden beslenen emperyalist uşağı şeytanlar da AKP’nin ayakları arasında giderek daha fazla dolaşıyor, daha fazla yerleşiyor, daha fazla kökleşiyor, Cumhuriyet’e ve laikliğe karşı aleni şekilde horozlanıyorlar, ta Afganistan’dan bile kalkıp Türkiye’ye geliyorlar ve Türk milletinin dünyada sahip olduğu tek ve en önemli değere, Cumhuriyet’in değerlerine ve o değerleri ülkenin ve toplumun varlık sebebi yapan temel değerlere sataşıyorlar, ayar çekmeye çalışıyorlar, Türkiye’nin içine çöreklenmiş kendi kitlelerine mesaj veriyorlar…

Tarihten ders almayan AKP-MHP ikilisi akıl almaz bir şekilde emperyalizmin piyonlarıyla paralel bir yapıda gidiyorlar, hatta ve hatta, özellikle AKP takındığı tutumla, sanki kendisinin söyleyemediklerini dışardan ithal edilerek getirilen emperyalist uşağı şeytanlara söyletiyor…

Bir daha hatırlatalım, tarih aptallar için tekerrürden ibarettir, akıllılar ise tarihi yazar…

Nitekim, Atatürk ve onun yolunda giderek Cumhuriyeti kuranlar tarihi yazdılar, oyun kurucu oldular.

Atatürk gibi bir liderin yazdığı tarihi tersyüz etmeye çalışacak olanların işi hiç kolay değil, bunu dünyanın en güçlü emperyalistleri defalarca deneyip de başaramadı, amma ve lakin, eğer Türkiye’nin içine doldurulan emperyalist uşağı çapulcuların maşa olarak kullanılmasıyla bunun başarılacağı sanılıyorsa, boşa medet umulur, ancak Türkiye’nin devlet yapısını, kimlik yapısını, özbenliğini değiştirmek ve tam da emperyalist uşağı profiline getirmek için yapılacak bir girişim yine Türkiye’nin, Türk milletinin başını ağrıtır…

Arkasına Amerika’yı alan Yunanistan’ın tahrikleri, Amerikan icadı olan terör örgütlerinin temsilcilerinin Türkiye’nin içine eş zamanlı doluşarak Cumhuriyetin değerlerine din kisvesi altında saldırmaları, sataşmaları, ülkenin içine doluşan ve sayısı muhtemelen on milyonu geçen, ayrıca hemen hemen tümü de kendi ülkelerinden gelen cahil cühela mülteci alayına çaktırmadan hitap etmeleri, adını koymadan Türkiye’de kendi kafalarına göre bir radikal islami rejim kurulması için açık açık mesaj göndermeleri, Türkiye içinde Cumhuriyet ve laiklik karşıtı yeni bir cephe açmaya çalışmaları hiç de tesadüf değildir.

Ülkeyi karpuz gibi ortadan ikiye bölerek iki düşman kutuba ayıran AKP-MHP ikilisi ve karşılarındaki muhalefet ise bu tehdit karşısında sanki uyurgezer modundadır, sanki olan bitenin farkında değildirler.

Anşılan o ki, önümüzdeki kısa dönem çok şeye gebedir ve Amerika’nın Arap Baharı ile başlattığı, pandemi ile devam ettirdiği, Rusya-Ukrayna savaşı ile hızını artırdığı sürecin finalinin Türkiye’de yaşanması da olasılık dahilindedir.

Ekonomik çöküntü, milyonlarca düzensiz göçmen, karpuz gibi ikiye bölünmüş ve birbirine düşman kesimlerden oluşmuş bir toplum ve siyaset yapısı, sürekli terör baskısı ve terörle mücadele, türlü baskıdan sinir uçları fena halde gerilmiş bir toplum yapısı, Atatürkçüler ve Cumhuriyetçiler tehditler artarken oturdukları yerden sırf laf olsun torba dolsun diye laf gevelerken, dışardan gelip de aleni şekilde Cumhuriyet değerlerine saldırabilen, adım attıkları her yerde örümcek ağı gibi örgütlenen zırcahiller sürüsünün rahatlığı ve bu zırcahiller sürüsünün iç karışıklık çıkarmak için kullanılması potansiyeli de bu olasılığı fazlasıyla artırmaktadır.  

Doğu Akdeniz coğrafyasında en önemli jeopolitik konuma sahip iki ülkeden biri Türkiye’dir, öteki Mısır’dır… Mısır’daki durum şimdilik hizaya girmiş gibi görünüyor, sırada ise Türkiye’deki durumun hizaya sokulması var…

Mısır’daki iktidar Müslüman Kardeşler örgütünün dünya tarafından terör örgütü olarak ilan edilmesini istedi, Mısır’la yakın ilişkileri olan ve aslında Müslüman Kardeşlerin yaratıcısı olanlar da bunu kabul ettiler, ama klasik taktikleri şu olacak; tıpkı PKK gibi, bir taraftan terör örgütü olarak ilan edecekler, diğer taraftan da koruyup kollamaya ve yeri geldiğinde tekrar tekrar piyasaya sürmeye devam edecekler. 

Yüz yıllık oyunun final sahnesi de Türkiye’de oynanacak, bu gayet açık ve nettir, karşılarındaki tek engel bügün bile Atatürkçülükten taviz vermeyen “Mustafa Kemal’in askerleridir”, bu yüzden uyumayın, aklınızı başınıza toplayın, gaflet uykusundan uyanmayanlar kurgulanan yeni dünya düzeninde bir daha uyanmaya fırsat bile bulamayabilirler…

Dünya bariz şekilde yeni bir enerji, nüfus ve ekonomi politikaları merkezli değişim ve dönüşüm savaşına girmişken ve bu savaş çok acımasız bir şekilde devam ederken biz hala neleri tartışıyoruz diyeceksiniz, ama malesef durum tam da budur.

Biraz uzun mu oldu, e haliyle oldu, günlerdir birbirinden kopuk yabancı kaynakları tarayıp da kaynaklar arasında dile getirilmemiş bağlantıları bulmak, haliyle zaman alıyor, sonucu da uzun bir hikaye oluyor, ama malesef ki bu hikaye şu anda yaşadığımız dünyada halen devam ediyor, kahramanları, daha doğrusu kahraman kılığındaki piyonları da doğrudan bizleriz.

Diğer Haberler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu