Ediz TuncelKöşe Yazıları

Ediz Tuncel: KKTC’yi tanıtmak mümkün mü!

KKTC’yi tanıtmak mümün mü!

Binbir badireden ve kan banyosuyla geçen bir süreçten sonra 1960’da Kıbrıslı Türkler ve Rumlar olarak bir ortaklık devlet kurduk, bu devlet BM tarafından hemen tanındı.

Ömrü 3 yıl bile gitmedi, Rumlar ve Türkler birbirine girdi, ortalık yine kan gölüne döndü.

1963 Aralığında ortalığın kan gövdeyi götürmesinden sonra üç garantör ülkenin subayları tarafından yönetilecek Üçlü Devriye Teşkilatı kuruldu, başına İngiliz Yarbay Martin Packard getirildi.

İngiliz, Türk ve Yunan subayların kontrolünde olan bu devriye systemi 1964’ün ilkbaharına kadar  canla başla çalıştı ve özellikle kırsal kesimde Türkler ve Rumlar arasında bir sıkıntı olmadan yaşamın devam etmesini sağladı.

Sonra pat diye adaya durumu kontrol etmek için Amerikan Dışişleri Bakanı George Ball geldi, Yarbay Packard Ball ile durumu görüşürken ve Üçlü Devriye’nin ne kadar başarılı olduğunu, iki toplum arasında barışın ve huzurun yeniden tesis edilmesinin pekala da mümkün olduğunu, aslında iki tarafın da kavga istemediğini anlatırken Ball cevabı yapıştırdı;

“Evlat, sen galiba yanlış anladın. Bizim buradaki hedefimizin bölünme olduğunu kimse sana söylemedi mi!”

Birkaç gün sonra Packard görevinden alınır, Üçlü Devriye sistemi sona erer, adaya BM askerleri gelir, 1963’den 1974’e uzanan süreçte yüzden fazla Türk köyü emniyet açısından boşaltılır, Türkler daha emniyetli yerlere göç eder, ada kantonlara bölünür, bu süreçte boşaltılan tek bir Rum köyü yoktur!!!

11 yıl boyunca Rumlar kendi aralarında düştükleri anlaşmazlıklar yüzünden katlettikleri Rumları da Türklerin hesabına yazarlar, özellike herbiri tam bir cehennem kaçkını türününden kudurmuş mahlukat olan EOKA B’nin faşistleri öldürdükleri tüm ılımlı Rumların günahını Türklerin üzerine atarlar, bununla da yetinmezler, kendi katlettikleri her bir Rum için en az on Türk öldürerek, Türklere kendi günahlarının “bedelini de ödetirler”…

Yanlış hatırlamıyorsam 2012 yılıydı, bu kudurmuşlardan ikisi yedikleri haltları ballandıra ballandıra anlatmıştı, tepesi atan insancıl bir Rum savcı da bunların gırtlağına yapışmış ve insanlığa karşı işlediğiniz suçları madem itiraf ediyorsunuz, yargı önünde de hesap vereceksiniz demiş ve bunlara dava açmıştı, Rum tarafında savcının bu hareketine karşı Rumlar hop oturup, hop kalkmıştı, destekleyenler de Rum savcıyı vatan haini ilan edenler de olmuştu, ama davanın sonucunu öğrenemedik!!!

Neyse, 11 yıl sonra, 1974 Temmuz’unda bu kudurmuş faşist sürüsü Makarios’u ve destekçilerini katlederek, adayı Yunanistan’a bağlamaya kalkıştı, bu kalkışma sırasında yüzlerce solcu Rum olabilecek en vahşi şekilde katledildi, EOKA B’nin kudurmuşları sadece vurup öldürmekle yetinmiyordu, aynı zamanda kurbanlarını kesici aletlerle parçalıyorlardı da!!!

Kıbrıs olaylarında Türkler tarafından herhangi bir sebeple öldürüldükten sonra kesici aletlerle parçalanan tek bir Rum cesedinin fotoğrafı yoktur, göremezsiniz, ama Rumlar tarafından öldürülen Türklerin fotoğraflarına baktığınızda nerdeyse yarısı kesici aletlerle parçalanmıştır.

Nihayetinde, Türkiye Garantör ülke olarak 20 Temmuz 1974’de adaya müdahale etti ve Rum faşistlerin hesabını bozdu.

Türk askeri adaya indiğinde bilindiği kadarıyla ilk temasta tek bir Ruma, tek bir el bile ateş etmedi, savunma amaçlı karşı ateş açılması ve çatışmaların başlaması Rumların Türk askerine karşı ateş açmasıyla başladı.

20 Temmuz’u 21 Temmuz’a bağlayan gece, bütün adanın en kritik ve stratejik noktası olan Beşparmaklarda, St. Hilarion bölgesinde, Rum-Yunan komando birlikleri bir gece harekatı başlattı ve hiçbir doğru dürüst eğitimi olmayan, sadece bulundukları mevkide bekleyen, üstelik de o sırada ciddi bir savaş olasılığının olma ihtimalini de herhalde düşünmediği için mevzilerde nöbette olacaklarına koğuşlarında yatağa giren 30 kadar mücahiti pusuya düşürerek katletti.

Bu katliam, öyle böyle bir katliam değildi, çoğu çocuk yaşta olan mücahitler sadece vurularak öldürülmediler, cesetlerini bulan görgü tanıklarının anlattıklarına göre, paramparça edildiler, sonra da uçurumdan aşağı atıldılar.

Kısa süre sonra St. Hilarion bölgesinde Beşparmak dağlarının en kritik noktalarını tutan iki Rum-Yunan komando taburuna uçar birlik harekatının komando komutanı olan Yarbay Cemal Eruç komutasındaki iki bölük Türk komandosu saldırır.

Güçler ve mevziler orantısızdır, Rum-Yunan tarafı Türk tarafından dört kat daha güçlüdür ve çok daha iyi mevzilenmiş, mevzilerin herbiri adeta bir kartal yuvasını andırmaktadır, dahası, Rumların elinde tüm mevzilerinin birbirini görebileceği ve savunabileceği şekilde yerleştirilmiş ağır makineli tüfekler ve sair havan topları ve geri tepmesiz toplar da vardır.

Muhtemelen dost ve düşman kuvvetler birbirine çok yakın olduğu için de bu bölgeye uçak taruzu yapılmasından kaçınılır, iş Yarbay Cemal Eruç ve komandolarına kalır.

20. yüzyıl savaş tarihinin en şiddetli dağ çarpışmalarından biri bu bölgede yaşanır, Cemal Eruç’un komandoları kendilerinden dört kat güçlü ve çok iyi mevzilenmiş Rum-Yunan komandolarını Beşparmak dağlarından söker, atar.

Bu çatışmalarda birkaç Türk komandosu Rumların eline esir düşer.

Bu komandolar Rumlar tarafından sadece öldürülmekle kalmazlar, paramparça edilirler, Rumlar yine yetinmezler, parçaladıkları bu insanları benzin döküp yakmaya da çalışırlar.

Ancak, kudurmuş Rum katillerin hunharlığı bununla da kalmaz, bir taraftan Türk askerinin önünde ayakları kıçlarına vurarak kaçarken, diğer taraftan ellerine düşürdükleri Türk köylerinde insanlık tarihinin en büyük mezalimlerinden birini uygularlar ve hemen tümü çocuklar, kadınlar ve yaşlılardan oluşan yüzlerce Kıbrıslı Türkü daha katlederler, çoğunu kurşunlarlar, kesici aletlerle yaralarlar, canlı canlı toplu mezarlara gömerler.

Bu vahşete karşılık olarak ise, Türk komandoların eline geçen veya teslim olan Rum esirlerin bir tanesi bile katledilmez, esir olarak Cenevre anlaşması hükümlerine tabi tutulur.

Daha sonraları, çatışma ortamı dışında bazı Rum esirlerin hayatlarını kaybettikleri veya kayboldukları haberi gelir, ama bunların sayısı iki elin parmaklarını geçmez, hangi şartlarda kayboldukları da bir muamma olarak kalır, ancak olaylara tanık olup da anlatanların hikayelerine göre, bu birkaç Rum esirin silahlarıyla birlikte yakalandıkları bölgelerde Türklerin katledilmiştir, ki bu da bilinen bir gerçektir, ele geçen Rumların aileleri katledilen mücahitler tarafından da katliamlardan sorumlu tutuldukları için intikam amaçlı olarak vurulmuşlardır…

Ancak birkaç münferit olayın dışında, Rum esirlerin hemen tümü esir değişimi sırasında geriye döner.

20. yüzyıl savaş tarihinin en büyük vahşetini Alman nazilerinin ve IŞİD başta olmak üzere sapık islamcı terörist bozuntularının yaptığı sanılır, çünkü öyle yazılır, öyle söylenir, aslında yaptılar da…

Ancak Rum-Yunan faşistlerinin 1963-74 arasında ve özellikle de 74’deki Barış Harekatı sırasında Kıbrıslı Türk sivillere karşı uyguladıkları vahşetin 20. yüzyıl savaş tarihinde eşi benzeri yoktur, yaptıklarıyla nazileri de IŞİD’in çapulcularını da sollamışlardır.

Dahası, dünyanın hiçbir milletinin milli marşı Türklere karşı kin, kan, ölüm, vahşet naraları atmaz, ama Rum-Yunan ikilisininki atar ve dünyada kimse çıkıp da bu nasıl bir milli marştır ki yüzlerce satır boyunca kin, nefret, kan, ölü içerir diye de sorgulamaz!!!

1974’e kadar hem suçlu, hem güçlü, hem yüzsüz, hem de alçağın en önde gideni olan ve tüm bu olan bitenlere göz yuman Rum siyasiler ve vahşetin baş mimarı kudurmuş faşist katilleri yaptıklarının hesabını vermemişler, yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali 1974’den sonra mağdurları oynamışlar, ve bütün dünyaya Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgal ettiğini ve zavallı Rumları bu işgal sırasında öldürdüğünü, yerinden ettiğini söylemişlerdir, halen de aynı nakaratla söylemektedirler.

Evet, her iki taraftan da birçok masum insan yerinden, yurdundan, canından oldu ama gözüne kan bürümüş ve kendi insanlarını da katleden Rum çapulcuların bu vahşet ve dehşet dolu süreçteki rolü hiçbir zaman dünyaya tam olarak anlatılmadı, karşı propaganda yapılması gerektiği gibi yapılmadı.

Şimdi filmi biraz başa saralım, 1964 başında Kıbrıs’a gelen Amerikan Dışişleri Müsteşarı George Ball’ın söylediği, 1963-1974 arasındaki 11 yıllık ön hazırlık sürecinden sonra 1974’de gerçekleşmiş oldu, Amerikalılar ve müttefikleri İngilizler tek kurşun atmadan iki tarafı kapıştırdılar, adayı ikiye böldürdüler, adada barışın ve huzurun mümkün olduğunu azimle söyleyen ve aslında bunun mümkün olduğunu ispatlayan Yarbay Packard da emekli olup, olanları köşesinden izledi…

Hiçbir asker, hiçbir komutan savaşı sevmez, savaşı asla istemez, çünkü acısını, vahşetini, dehşetini en iyi onlar bilir.

Özellikle az gelişmiş ve cehalette sürünen toplumların başında oturan siyasiler içinse savaş, zora girdiklerinde koltuğun garantisidir; koltuklarını hamasetle, rantla, sahtekarlıkla koruyamazlarsa, dehşetle, vahşetle, kanla, düşmanlıkla, korumanın yolunu seçerler.

Şimdi gelelim başlığa, bu şartlarda KKTC’nin tanınması mümkün mü!!!

İmkan ve ihtimali yok!

Çünkü, adanın bölünmesi bir batı emperyalizmi politikası olmasına ve bugün de bu politika doğrultusunda bölünmüş olmasına rağmen, Rum-Yunan ikilisi sebep oldukları onca vahşete rağmen mağdurları oynamayı başarmış, olmayanı olmuş gibi göstermiş, kendi kendilerine yaptıkları alçaklıkları da bizim üzerimize atmış, biz ise bırakın mağdurları oynamayı ve kendimizi savunmayı, başımıza gelen onca şeyi daha savaş biter bitmez unutmuş, tam bir ganimet furyasına dalmış, savaş sonrasında elimizin altında onca değer kalmışken hepsini ganimet, partizanlık furyasında harcamış, elimizde kalan Kuzey Kıbrıs’ın resmen içine etmiş, avanta uğruna her türlü pisliğin, itin, kopuğun memleketin içine doluşmasına izin vermiş, Rum-Yunan ikilisi bizi uluslar arası arenada dört bir taraftan sararken biz kendi rant kavgalarımıza tutuşmuş, 74 sonrasında 63-74 arasında olandan çok daha fazla dışa göç vermiş, memleketi tam bir batakhaneye ve sahtekarlık cennetine dönüştürmüş vaziyetteyiz.

Şimdikiler de dahil olmak üzere, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türkünün gelmiş geçmiş iktidarlarının izlediği, ve bu kafayla gide gide gelecekte iktidar olması muhtemel olanlarının izleyeceği politikalar, KKTC’nin veya adı ne olursa olsun, Kıbrıs Türklerine ait bir devletin tanınmayacağının garantisidir…

Rumlar hem bize insanlık tarihinin en büyük mezalimlerinden birini uyguladı, hem de yağ gibi işin içinden sıyırtarak, üstüne çıktı.

Biz ise Rum-Yunan ikilisinden eksik kalanı tamamladık, 74’den sonra ganimet, rant ve koltuk uğruna birbirimizi parçaladık, siyasi rakiplerimizle kapışırken en revaçta olan slogan “bunlar Rumcudur, bunlar vatan hainidir” sloganını onlarca yıl ağzımıza sakız yaptık, bir taraf ötekini Rumculukla ve hainlikle suçlarken diğer taraf ötekini hırsızlıkla, sahtekarlıkla, partizanlıkla, faşizanlıkla suçladı, durdu.

Sonuçta ise, her iki taraf da el birliğiyle ve sırasıyla memleketin ta en dibine kadar içine etti.

Amma ve lakin, nerdeyse 60 sene sonra, ortaya tek bir gerçek tüm çıplaklığıyla çıktı, her iki taraf da Kıbrıs konusunda anlaşmamak üzere anlaşmış ve yeri geldiğinde ısıtıp ısıtıp piyasaya sürmek üzere bu konuyu buzdolabına kaldırmış vaziyette.

Fiilen 1964’de Amerika’nın hedeflediği bugün bir tamam olmuş vaziyette, olmayan şey ise ne önünü ne de ardını göremeyenlerin federasyon beklentisi veya KKTC’nin tanınması…

Bakmayın siz Türkiye istedi diye KKTC’nin Türk Devletler Teşkilatı’na gözlemci statüsünde alınmasına veya bayrağının bu ülke bayrakları arasında göstermelik olarak sergilenmesine…

Bu sadece bir taktik, ama hükmü sadece ve sadece vadilerde yankılanıp yok olan bir haykırış kadar, sonrası sessizlik…

Siz sözde KKTC’yi tanıtmaya çalışıyorsunuz, bayrağını diğer Türki devletlerin bayraklarının arasına göstermelik olarak sokuyorsunuz ve bu devletlerin en büyüğü “bizim KKTC’yi tanımak gibi bir politikamız yok” diyor ve biz KKTC’yi laf ola aramıza aldık mesajı veriyor, ve ne ilginçtir ki, tam da bu sırada ve tam da İstanbul’un işgal yıldönümü tarihinde, tam da sadece Türkiye’nin değil, dünyanın en çok polis bulundurulan ve en sıkı korunan caddesinde, zibidinin biri elini kolunu sallaya sallaya gelip, bir bomba patlatıyor, ortalığı cehenneme çeviriyor…

Türkiye’nin terör çemberine alınmasına katkısı olanların, Türkiye üzerinde terörü destekleyenlerin hepsi de sıraya girerek taziyelerini bildiriyorlar, aklımızla resmen dalga geçiyorlar.

Bu arada, Türkiye’deki iktidarla muhalefet de birbirine sorumluluk yükleme yarışına girmiş durumda…

Kıbrıs’ta parçalandık, katledildik, dünya karşısında haksız sanık sandalyesinde oturmaktayız!

Türkiye’de parçalandık, katledildik ve halen de parçalanıyoruz, katlediliyoruz, ama haksız sanık sandalyesinde oturmaktayız!

Onca yıldır haksız sanık sandalyesinde oturuyoruz, bir türlü kalkamıyoruz, hakkımızı arayamıyoruz, haklıyken haksız duruma düşüyoruz, üstüne üstlük insanlarımızın canıyla da bedel ödüyoruz, ödemeye devam ediyoruz…

Bunun iki sebebi var, zırcehalet ve yönetimde liyakatsizlik, bunların uzantısında ise bunlardan temellenen ve nankörlükle, bencillikle yoğrulan rant ve hamaset sistemi…

Bu kafayla ne Kıbrıslı Türklere ait bir devlet tanınır, ne de Türkiye hayır yüzü görür, biz iki kardeş ya da ana-evlat olarak, körler sağırlar birbirini ağırlar tiyatrosunu oynamaya devam ederiz, yediğimiz dayaklar, kaybettiğimiz canlar da yanımıza kar kalır.

Bütün bunlara rağmen bugün hala bir şekilde ayaktaysak, bunun da tek sebebi Kurtuluş Savaşı’nın, 74’ün ruhunu halen benliğinde taşıyan ve tüm hırsına, hırçınlığına rağmen düşmanı korkutan TSK’nın savaşçı ruhudur.

Bu yüzden, KKTC’yi tanıtmayı filan unutun, kendinizin bile inanmadığı bir konuda boşa nefes tüketmeyin, eğer inansaydınız bugün iş başka, hem de bambaşka olurdu, bırakın o işi yüreği ve aklı sizden çok daha sağlam olanlar yapsın, ama en azından 74’de savaş tarihinin gördüğü en dehşetli çatışmalardan birinde gözü dönmüş katiller sürüsünü dize getirip de  bizim bugünleri yaşamamıza vesile olanları, çoğu henüz yirmi yaşını bile göremeden biz bugünleri yaşayalım diye kahramanlık destanı yazarken tarihi de aynı anda yazanları, ölürken ölümsüzleşenleri hatırlayın…

İskenderunlu komando Üsteğmen Oğuz Yener’i hatırlayın,

Adanalı komando Asteğmen Sıtkı Toksoy’u hatırlayın,

Kayserili Ali Köken’i hatırlayın,

İzmirli Erol Yılmaz’ı hatırlayın,

Bursalı Zeki Alpsoley’i hatırlayın,

Sivaslı Süleyman Özkan’ı hatırlayın,

Kayserili Kazım Şahin’i hatırlayın,

İzmitli Mahmut Demirel’i hatırlayın,

Denizlili Mehmet Kara’yı hatırlayın,

Maraşlı Nurettin Duman’ı hatırlayın,

Samsunlu Sabahattin Yılmaz’ı hatırlayın,

Çankırılı M. Karaağaç’ı hatırlayın,

Tokatlı Yurdun Güzel’i hatırlayın,

Tekirdağlı Filiz Okandan’ı hatırlayın,

Çankırılı Hüseyin Tüfekçi’yi hatırlayın,

Kastamonulu Muhittin Satıoğlu’nu hatırlayın,

Sivaslı Kasım Çelik’i hatırlayın,

Karslı Kurban Orhan’ı hatırlayın,

Adıyamanlı Halil Taşkın’ı hatırlayın,

Sivaslı Mustafa İldeniz’i hatırlayın,

Dağyolulu Mustafa Salim’i hatırlayın,

Bağlıköylü Hüseyin Hasan’ı hatırlayın,

Girneli Hüsnü Koşucu’yu hatırlayın,

Ozanköylü Halil Recep’i hatırlayın,

Tepebaşılı Halil Mustafa’yı hatırlayın,

Akıncılarlı Kadir Mehmet’i hatırlayın,

Alifodesli Erdoğan Derviş’i hatırlayın,

Yılmazköylü Selim Mavili’yi hatırlayın,

Gönyelili’li Osman Benli’yi hatırlayın,

Kaleburnulu Süleyman Ahmet’i hatırlayın,

Lefkoşalı Alpay Raif’i hatırlayın,

Baflı Ali Kırma’yı hatırlayın,

Lefkoşa’lı Mustafa Sakallı’yı hatırlayın,

Matyatlı İsmail Bekir’i hatırlayın,

Yaylalı İbrahim Ramadan’ı hatırlayın,

Binatlılı İsmet Mustafa’yı hatırlayın,

Tremetuşalı Fevzi Mehmet’i hatırlayın,

Kaymaklılı Mustafa Behiç’i hatırlayın,

Ozanköylü Mustafa Hasan’ı hatırlayın,

Ağırdağlı Mustafa Abdullah’ı hatırlayın,

Lefkoşalı Mustafa İbrahim’i hatırlayın,

Bağlıköylü Mustafa Hüseyin’i hatırlayın,

Lekoşalı İhsan Salih’i hatırlayın,

Beyarmudulu Erol İsmail’i hatırlayın,

Bu aziz atalarımıza komutanlık yapmış ve halen hayatta olan Cemal Eruç Paşa’yı hatırlayın,

Bu aziz şehitlerle henüz 14 yaşında yanyana cehennemin içine dalmış olan Salahi Uçkan’ı hatırlayın,

Adlarını buraya sığdıramayacağımız daha nicelerini hatırlayın,

Bizim varlığımız onların hayatlarıyla ödedikleri bedelin eseridir, isimlerini onurlandırın, anılarını lafta, taş levhaların üzerinde bırakmayın…

Okullarda yaşatın, kitaplarda yaşatın,  hastanelerde yaşatın, caddelerde yaşatın, ülkeyi ziyaret eden insanların kendi dillerinde görecekleri, hayat hikayelerini okuyacakları her yerde, dünyanın elimizin uzanabildiği her köşesinde yaşatın…

Sözüm ona, haydutluktan sözde özgürlük savaşçısı kılığına girmiş heriflerin resimleriyle süslü tişörtleri çocuklarımız gururla giyiyor da varlık sebebi olan aziz atalarının isimlerinin tekini bile bilmiyorlar…

Bu ortamda, siz kalkmış, 8 milyarlık dünya nüfusunun, Türkiye’dekilerin büyük bir çoğunluğu da dahil olmak üzere, haritadaki yerini bile bilmediği KKTC’yi körler sağırlar birbirini ağırlar senaryosuyla dünyaya tanıtmaya çalışıyorsunuz.

Beyhude çaba, nafile çaba, bugüne kadar rota tutamayan bir siyasi akıldır bu!!!

Kıbrıs Türk Devleti, ancak Kıbrıslı Türklerin varlığı için hayatlarını feda edenlerin manevi hatıratı gerçekten onurlandırıldığı, lafta kalmadığı, kaybolan hayatların ne uğruna mücadele edilerek kaybedildiği gerçeği, bugün mağduru oynayanın aslında hangi tür gözü dönmüş katiller ordusunun mirası üzerinden politika yaptığı gerçeği dünyaya anlayacakları şekilde anlatıldığı zaman dünya da bazı gerçeklere bizim gözümüzle görebilir…

Gerisi boş laftır, kendi kendine gelin güveyi olmaktır.

Bu yazdıklarım sakın ola şehit edebiyatı filan olarak algılanmasın, hiç öyle bir niyetim yok, ama bu insanların ne uğruna ve nasıl öldüğü gerçeğinin edebiyatını en az düşmanın yalan edebiyatı kadar başarıyla dünyaya anlatamazsak, sanık sandalyesinden asla kalkamayacağız, dahası, başımızdaki hamaset abidelerinin beceriksizliği de en az düşmanın yalan cambazlığı kadar zarar vermeye devam edecek.

Tarihimizi, tarihimizi yazanları ve kendi öz varlığımızı onurlandırmanın tek yolu vardır, o da yukarda özetlenmiştir, doğru gemiyle, doğru kaptanla, doğru tayfayla, doğru rota tutturulmalıdır.

KKTC veya Kıbrıs Türk Devleti, ancak o zaman gerçekten tanınabilir, dünya ile bütünleşebilir.

Diğer Haberler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu