Ediz TuncelKöşe Yazıları

Ediz Tuncel: Birazcık ders…

İlk merkez bankasını 1609’da zamanın en büyük ve güçlü devletlerinden biri olan, deniz aşırı ülkelerde İngiltere, İspanya, Portekiz ve Fransa ile sömürgecilikte yarışan, ve hatta o dönemlerde diğer belli başlı sömürgeci güçlerin ticari açıdan önünde bulunan Hollanda Krallığı kurdu.

Bugün bile refah ve gelir seviyesi açısından dünyanın en iyi on ülkesinden biri olan Hollanda, o yıllarda o kadar çok para akışına sahipti ki, paranın kontrolüne hakim olabilmek için dünyanın ilk özerk merkez bankasını kurmak zorunda kaldı ve o özerk para politikası sayesinde, sonraki 400 yılda sayısız bölgesel ve iki de dünya savaşına girmesine ve büyük darbeler almasına karşın, köklü ve tecrübeye dayanan finansal politikaları sayesinde her seferinde çabucak ayağa kalkmasını bildi.

Üzerinde “Güneş Batmayan İmparatorluk” ilk kez 1694 yılında İngiltere Merkez Bankası’nı “Bank of England” adıyla özerk bir yönetim sistemi olarak kurdu ve para sistemini bir merkezden yönetmeye başladı.

O zamanlar İngiliz sterlini dünyanın en güçlü para birimiydi, şimdi de en güçlülerinden biri olarak duruyor ve İngiltere, çoğu insanın adını bile duymadığı bir finans merkezini, Londra’nın göbeğinde tamamen özerk bir yapıya sahip olan City of London’ı yaratarak, sadece Avrupa’nın değil, dünyanın da para politikasına yön veren bir merkez yarattı ve bu merkez bugün bile dünyanın finans sisteminde çok büyük bir etkiye sahiptir.

Amerika, İngilizlere karşı kurtuluş savaşını başlattıktan yirmi yıl sonra İngilizlerle finansal açıdan baş edebilmenin ancak onların yöntemleriyle olabileceğini farketti ve 1791’de Hazine Sekreteri (Bakanı) Alexander Hamilton tarafından ilk devlet kontrolündeki bankayı (Merkez Bankasını) kurma teşebbüsü yapıldı ve Amerika Birleşik Devletleri Bankası kuruldu, 1792’de de doları para birimi olarak kabul eden yasa geçirildi.

O zamana kadar, bir taraftan İngilizlerle savaşıp, diğer taraftan güçlü İngiliz para birimi Sterlini kullanan Amerikalılar ilk başta bu fikre karşı çıktılar, ancak İngiltere’nin boyundoruğundan kurtulur kurtulmaz kendi para birimlerini, yani doları oluşturdular, ve, ağırlıklı olarak dolar olmak üzere, her iki para birimini de kullanmaya başladılar, ilerleyen yıllarda dolar kullanımının yaygınlaşmasıyla Amerikan piyasasındaki sterlin kullanımı büyük oranda ortadan kayboldu.

Ancak Amerika’daki finans sistemi pek güvenilir değildi ve Amerika’nın dört bir tarafına yayılmış özel bankaların çoğu, büyük bankalar hariç, pek güven vermiyordu, zaman zaman iflaslar yaşanıyordu ve yaşanan iflaslar diğer bankalara karşı olan güveni sarsıyordu.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde, 1907’de Amerika’da yaşanan finansal kriz sırasında özellikle küçük bankalar da bu krizden nasiplerini aldılar ve bazıları battı, sadece büyük bankalar ayakta kaldılar.

İşte bu noktada, başta J.P. Morgan, Rotschild ve Rockefeller olmak üzere, Amerika’nın para babaları devreye girdiler ve 1913’de Amerikan Senatosu’nun nerdeyse haberi bile olmadan, ayarladıkları senatörler aracılığıyla Federal Reserve Bank’ı kurdular.

Federal Reserve Bank (Federal Merkez Bankası) toplam 12 büyük Amerikan bankası tarafından kuruldu, ve dolar basma yetkisini de aldı.

Bu noktada, çok dikkat çekici bir durum var,  adında federal kelimesi olmasına rağmen, devletin kontrolü üzerinde değildir, sadece bu ortaklığın başkanı ABD Başkanı tarafından sembolik olarak atanır, hepsi o kadar.

Bu ortaklık bankasının kuruluşuyla, Amerikan devletinin finansal gücü tam olarak bu 12 bankaya ve arkalarındaki kurucularına geçti, en güçlüleri Morgan, Rotschild ve Rockefeller grupları idi, ki bugün de dünyanın en güçlü finansal gruplarıdır ve tam bir işbirliği içinde tüm dünyanın para politikasına hükmetmektedirler.

Özellikle Rotschild ve Rockefeller gruplarının yolları ve işbirlikleri dünyanın hemen her yerinde kendi çıkarları doğrultusunda kesişmekte ve kusursuz bir şekilde ilerlemektedir.

Bu imtiyazlarına karşılık, elde ettikleri gelirlerin önemli bir kısmı da, devletle anlaşmaları gereği, Amerikan devletinin hazinesi gider, devlet bu ortaklıktan aldığı paranın büyük kısmını yine bu ortaklığa sahip olanların şirketlerinin sağladığı mal ve hizmetlere harcar, yani devlet bu “imparatorların” sağ cebinden aldığını sol cebine koyar,  böylece herkes mutlu mesut yaşamına devam eder.

Kısacası, dünyanın  neresinde olursak olalım, cebimizdeki paranın, oturduğumuz evin, yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz herşeyin değerini, onların bastığı kağıt parçaları kurdukları sistem belirlemektedir.

Kennedy bu monopoliye karşı çıkmış ve doğrudan devletin kontrolünde olacak bir merkez bankası ve finans sistemi yaratmak, aynı zamanda doğu ile batı blokları arasındaki sürtüşmeyi körükleyen silah tüccarlarının rant çarklarına da takoz koymak ve Rusya ile daha yakın ilişkiler kurmak için düğmeye basmıştı, kendisinin işini bitirecek düğmeye de muhtemelen hizaya çekmek istediği düzenin kurucuları ve savunucuları bastı ve hiç gecikmeden ortadan kaldırıldı.

Dünya tarihinin ilk iki bankasından biri olan Alman Berenberg Bankası, ki halen bugün faaldir, ta 1590’da kuruldu ve bugün bankacılıktan anladığımız yöntemlerle yönetilmeye başladı, faiz karşılığı borç verdi.

Dünyanın en güçlü bankalarından biri olan Alman Bankası da (Deutsche Bank) 1870’de kuruldu, Almanya’nın ihtiyacı olan parayı da basan özel bir kuruluştu, Alman Merkez Bankası ise 2. Dünya Savaşı’nın ardından 1957 yılında kuruldu ve Almanya’nın uğradığı yıkıma rağmen kısa süre içinde dünyanın en güçlü merkez bankalarından biri oldu, kısacası Almanya’nın bankaları bir taraftan kendileri kalkınırken, diğer Alman finans sistemini de kalkındırmaya çalışıyordu.

İngiltere’nin merkez bankası ise 1694’de kurulan ve halen faal olan, bugün kullandığımız sterlincikleri basan İngiltere Bankası’dır (Bank of England).

Bu bankaların tümünün ortak özelliği, doğrudan doğruya kendi ülkelerinin finans sistemlerinin merkezinde olmak, kendi finans sistemlerini yine kendi ülkelerini ve para birimlerini koruyacak şekilde hareket etmek,  birbirlerinden bağımsız ama birbirlerini karşılıklı olarak dengeleyecek şekilde para basmak ve bu paraları kamu düzenini idame ettirirken, aynı zamanda faizle kullanıma, yani borç olarak vermektir.

Kısacası, ta 4 bin yıl öncesine dayanan Hint, Sümer, Lidya gibi uygarlıkların ticari sistemlerinde faiz karşılığı verilen ilk borç denemelerini saymazsak, 15. yüzyıldan sonra batının en güçlü emperyalist ülkeleri tarafından para modern bankacılık sistemi tarafından borç karşılığı alış-verişte kullanılan ve faizle borç olarak verilen bir meta haline getirilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise dünya para sisteminin kontrolü ve gücü tamamen Amerikan dolarına, kısmen de İngiltere sterlinine geçmiştir.

Yani, dünyanın diğer para birimlerinin gücünü ve sistemini Amerika’yı ve dünyayı yöneten birtakım kapitalistler tayfasının kontrolünde olan Amerikan doları, dolayısıyla da Federal Reserve Bank idare etmektedir.

İşte bu yüzdendir ki diğer ülkelerin finansal güçleri, kendi para birimlerini kullanmalarına rağmen, kendi para birimleri karşılığı olarak merkez bankalarında bulundurdukları dolar miktarı üzerinden değerlendirilmektedir.

Parayı sizin sağladığınız hizmet ve mala karşılık olarak, size borçlu olandan alırsınız, sonra size sağlanan mal ve hizmet karşılığı olarak, yani sizin borcunuz olarak devredersiniz.

Limitlerinizin dışında borçlanırsanız, borçlanma sırasında belirlenen faizi borcunuza ek olarak geri  ödersiniz.

Sistem bu kadar basittir.

Şimdi gelelim bizim meseleye.

İngiltere, Fransa, İspanya, İtalya, Almanya, Hollanda, Portekiz, Amerika gibi emperyalist devletler emperyalizmi ve gerek devlet sınırları içinde, gerekse devlet sınırları dışında otoriter devlet gücünü sürdürmenin tek çaresinin emperyalizme hizmet edecek bir kapitalist sistemi yaratmaktan geçtiğini çok çabuk anladılar. 

Osmanlı ise milleti döve döve fethettiği coğrafyalardaki taşınabilir altın, gümüş, elmas, sair değerli eşya gibi taşınabilir zenginlikleri İstanbul’daki padişahın sarayına taşıdı, gelen giden padişahlar da zenginliklerin üzerine oturdu, yetmedi, padişahın sahip olduğu topraklardaki üretimin de belirli bir kısmına el konuldu, bu kaynaklarla hem devletin giderleri karşılandı, hem de ordunun giderleri karşılandı, böylece sarayın vesayeti altındaki coğrafyalarda yaşayan insanların bireysel girişimler yapması da engellendi, ticaret kısıtlandı, üretim sadece saray kontrolünde ve sarayın istediği şekilde yapılabildi, sadece tarımsal üretime ağırlık verildi, onun da çoğu saray masrafına gitti, teknolojik üretim, sanat ve eğitim ise din sömürüsü düzeniyle, eğitimin değil cehaletin teşvik edilmesiyle engellendi.

1699’da başlayan gerileme dönemiyle birlikte savaşlarda yaşanan üst üste yenilgilerle padişahlık rejimi sarsıldıkça sarsıldı, kasa boşaldıkça boşaldı, padişahın egemenliği altındaki coğrafyalarda fakirlik arttıkça arttı, el alem aklını kullanarak kurdukları bankalarla hem ülke içinde hem de ülke dışındaki ticari finansal sistemi kontrol altına alırken Osmanlı zihniyeti hazıra konma alışkanlığından vazgeçmedi, hazırı yedikçe yedi, tükettikçe tüketti.

Osmanlı alemin akıllısı, gerisi ise alemin ahmağıydı!

En sonunda, 1856’da Osmanlı Bankası kuruldu.

Kuruldu kurulmasına da, Osmanlı Bankası’nı İngilizler kurdu, Osmanlı Padişahı filan değil, çünkü o sırada saray kasası tamtakır kurubakırdı.

Hemen arkasından da İngiliz kuruluşu Osmanlı Bankası, 1863 yılında bir Fransa-Hollanda ortak girişimi olan Paris-Hollanda Bankası ile güçlerini birleştirerek, adını Bank-ı Osmani-i Şahane olarak değiştirdi ve Osmanlı Devleti’nin resmi bankası ve hazinedarı konuma getirildi.

Emperyalist devletlerin herbirinin kendi özerk merkez bankası veya ona yakın bir finans kuruluşu varken Osmanlı’nınki doğrudan doğruya İngiliz sermayesiyle, yani yabancı sermaye ile kurulan bir merkez bankasıydı.

Yani artık Osmanlı Devleti’nin resmi bankası bir İngiliz, Fransız ve Hollandalı ortaklığı idi ve koskoca Osmanlı devletinin kasası İngilizler ile Fransızların elindeydi, devletin bütün yatırımlarına hükmediyorlardı, bütün harcamalarını kontrol ediyorlardı, devlet sürekli olarak bu bankadan borçlanıyordu, borçlarına karşılık devletin mal varlığı bu banka tarafından ipotek altına alınıyordu, devletin parasını bile bu banka basıyordu, paranın değerini de bu banka belirliyordu.

Ancak bu yeterli değildi, devlet içindeki bölgelerde kendi ticari sistemlerini de kurmaya başladı ve nerdeyse Osmanlı devletinin tüm finansal sistemini tekeline aldı, ele geçirdi, devleti donuna kadar borçlandırdı, halkı da donuna kadar sömürmeye başladı. 

Üstelik de bu yetkiyi doğrudan doğruya padişahtan almıştı.

Ta ki, Kurtuluş Savaşı’nın hemen sonrasında, 1924 yılında Atatürk tarafından elindeki güç alınana kadar bu süreç devam etti.

Atatürk’ün bu konuya el atmasıyla 1924’de para basma imtiyazını zorunlu olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne devretti, faaliyetleri kontrol altına alındı, 1930’da da Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kurulunca, elindeki merkez bankası gücünü hepten TC Merkez Bankası’na devretti ve adını Osmanlı Bankası olarak değiştirdi, sadece bir ticari banka olarak faaliyetlerine devam etmesine izin verildi.

Ticari bir banka olarak bütün Ortadoğu’ya ve Afrika’ya yayıldı, hatta Kıbrıs’ta bile şube açtı.

Kısacası, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin en güçlü bankası, bir emperyalist bankasıydı.

Aynı yıl, ülkeyi yabancı sermayenin tekelinden kurtarmak için Atatürk’ün emriyle İş Bankası kuruldu ve Cumhuriyet’in ilk yerli ve milli bankası olarak göreve başladı.

Kuruluşu ta 1867 yılındaki “Memleket Sandıkları” adıyla halktan toplanan vergilerin konulduğu devlet sandıkları hikayesine dayanan Ziraat Bankası ise ilk resmi devlet bankacılık statüsüne 1888 yılında kavuşmuş, 1924’de de yine Atatürk’ün emriyle bir devlet kurumu olmaktan çıkarılmış ve bir anonim şirket haline getirilmişti.  

Bunların yapılmasındaki amaç, donuna kadar borçlu Osmanlı’nın borçlarının ve devlet gelirlerinin kontrol altına alınması ve ülkede sıfırlanmış durumda olan üretim faaliyetlerinin yeniden başlatılması için gerekli finansal kaynakların kontrollü şekilde oluşturulmasıydı.

Nitekim on yıl gibi kısa bir sürede bu başarıldı ve izlenen akıllıca ekonomi ve finans politikaları sayesinde savaşlarla enkaz haline gelmiş Anadolu ayağa kalkmış, dahası, ayağa kalkmakla kalmamış, üretimindeki başarıyla dışarıya bağımlılıktan tamamen kurtulmuş, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, çevresindeki ülkelere ürettiğinin yarısından fazlasını satar hale, Osmanlı döneminden kalan borçları da çatır çatır öder hale gelmiş, emperyalizmin boyundoruğundan tamamen kurtulmuştu, Türk lirasının değeri ise doları bile geçmişti.

İlginçtir ki, korkunç yıkımlara neden olan savaşlardan çıkan Türkiye ayağa kalkarken ve savaşların yaralarını sararken, dünya, özellikle de Amerika, yıkıcı etkileri birkaç yıl sürecek 1929 ekonomik buhranına giriyordu ve bir avuç kapitalistin doymak bilmez hırslarıyla yönlendirilen finans sistemi temellerinden sallanıyordu, mafyavari oluşumlar ülkenin her yerinden fışkırıyordu, devlet yolsuzluklarla çürüyordu.

Amerika’nın yardımına Almanya yetişti, ikinci dünya savaşını çıkardı ve Amerikan ekonomisi ve teknolojisi savaş sayesinde canlandı, büyüdü ve gelişti.

Türkiye bu dehşetli kavganın dışında kalarak yıkıcı etkilerinden büyük oranda korundu.

Ancak 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan yeni dünya düzeninde, dolar diğer para birimleri karşısında belirleyici para birimi olarak dünya sahnesinde yer alınca, Atatürk sonrası yöneticilerin beceriksizliği sayesinde, başta İnönü’nün beceriksiz yönetimi sayesinde, ilk darbeyi yiyen de  yine Türkiye Cumhuriyeti olmuştu.

Üstelik de savaş sırasında, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, dünyanın birçok ülkesi yerle bir olurken bu süreçte Türkiye ciddi bir ekonomik darbe yememişti ve Atatürk döneminde yaratılan altyapı Türkiye’nin dehşetli bir dünya savaşını olabilecek en az hasarla atlatmasını sağlamıştı!

Dünyayı yakıp kavuran badireleri sorunsuz atlatan Türkiye, şimdi akıl almaz bir şekilde Cumhuriyet döneminin en kötü ekonomik dönemi yaşanıyor, Türk Lirası tarihte görülmemiş bir hızla değer kaybediyor.

Bunun ana sebebi, üretimden kopmuş olmak, fazlasıyla tüketime ve dışa bağımlılığa yönelmektir.

İkincil sebep ise, eldeki kaynakları pervasızca harcamaktır, ki hazıra dağ dayanmaz.

Üçüncül sebep, ki en az diğer ikisi kadar önemlidir, beceriksiz, liyakatsiz, vizyonsuz yönetimdir.

Bugün toplam sayısı 8-9 milyona dayanan ve ülkeyi dünyanın en büyük açık hava mülteci kampına çeviren mülteciler Türkiye’yi iliğine kadar sömürmektedir.

Diğer taraftan, gerçek maliyetinin çok üstünde maliyetlerle yapılan gereksiz yatırımlar da hazineyi mahvetmiştir.  

Örneğin 2 kilometrelik Yavuz Sultan Selim köprüsünün açıklanan maliyeti 3 milyar dolardır, 2,5 kilometre uzunluğa sahip geçiş garantili Osman Gazi köprüsünün maliyeti 1,5 milyar dolardır, yapıcı firmaya da önümüzdeki yıllarda ödenecek geçiş parası da 13 milyar doları bulacak… Güney Kore’de aynı mantıkla, aynı yöntemle yapılan ve tam on kat daha uzun olan köprünün maliyeti de yine 1,5 milyar dolar!!!

Herhalde elin Korelisinin köprüsünün direkleri betondan, bizimkilerin direkleri ise saf altındandır…

Bu sadece bir örnek, dahası da var, hem de bol keseden, hepsini tek tek yazmaya kalksak bir sene sürer.

E, adama sormazlar mı, bu ne perhiz, ne lahana turşusu, bu nasıl bir ekonomik akıl diye!

Bir taraftan devlet kasası bu şekilde boşalırken, diğer taraftan milyonlarca mülteci ceplerine konan parayla, bedavaya sağlanan eğitimle, sağlıkla, ulaşımla, enerji ile ülkenin kanını emerken, üretim de fena halde tökezlemiş ve ülkenin kaliteli tarım ürünleri bile sırf biraz döviz gelsin diye nerdeyse bedavaya dışarı satılırken, boşalan kasayı doldurmak ve iç piyasayı döndürmek için karşılıksız para basılırken, sınırların yarısında da sürekli olarak terörle mücadeleye son kırk yılda trilyonlarca dolar harcanırken, başta mülteciler olmak üzere kayıt dışı iş gücü bedavaya çalıştırılırken, bu çarklar arasında vatandaşın alım gücü sürekli düşerken, sefalet giderek artarken varılacak tek sonuç vardır, o da ekonomik iflastır.

Yani bugün bu şartlarda faizi istediğiniz kadar artırın, isterseniz yüzde yüz faiz verin, hatta yüzde beşyüz faiz verin, Türk lirasının değer kaybını artık faizle dengelemek pek mümkün değildir, ülkenin ekonomik yapısı resmen çökmüş durumdadır ve aynı zihniyetle ekonomi ve devlet yönetimi yapıldığı sürece ayağa kalkması imkansızdır.  

Kalkması için bu çöküşü yaratan tüm sebepleri ortadan kaldırmak gerekir.

O da ancak dünya yıkılırken kendi ülkesinin ayakta kalmasını sağlayan politikalar üreten Atatürk’ün aklı ve yöntemiyle olur.

Kısacası, senin cebindeki paranın esas sahibi sen değilsen, sırf hamaset olsun diye lafla peynir gemisini yürütmeye kalkarsan, duvarı ille de yıkacağım diye inatla kafanı duvara vurmaya devam edersen, tek becerebildiğin şey kendi kafanı kırmak olur, kimse de arkandan ağlamaz, beterin beteri olsun der…

Amerika’yı yeniden keşfetmeye kalkışmadan önce o milli günlerde resmini başaşağı asmayı marifet saydığınız Atatürk’ün akıl zerreciklerini olsun keşfetmeyi deneyin, çözümün esası O’ndadır, yoksa başaşağı giden ve gittiği gibi de kalacak olan siz olacaksınız…

Diğer Haberler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu